30 Nisan 2011 Cumartesi

Poyraz bizi sevindirdi...

Şu yazıda bahsettiğim EEG çekildi. Sonuç: Temiz! Yani beyin efendi efendi çalışıp, gereksiz elektriksel çıkışlar yapmıyor.

Ben belki bir tür savunma mekanizması, belki bilsem de yapacağım birşey olmadığından belki okuduğum birşeylerin beni üzme ihtimalinden çok çok az okudum epilepsi ile ilgili. 1 yıldır epilepsi tedavisi gören bir oğlum var, epilepsinin ne olduğunu dün Erol'dan öğrendim, hatta onun da davaya ihanet edip gizli gizli araştırma yapmasına şaşırarak. Hepimizin beyninde acayip bir elektrik üretimi karşısında kendisini kapatma mekanizması mevcutmuş. Epilepsili kişilerin beyni garip elektrik üretimlerine imza atarak bu mekanizmayı harekete geçiriyormuş. Benim için asıl ilginç bilgi şuydu, Poyraz'ın kullandığı ilacın (ve tabi tüm epilepsi ilaçlarının) elektrik üretimini dengede tutmaya yaradığını düşünüyordum, yanlışmışım. Kapatma sistemini baskılıyormuş. Yani 'bu beyin beklenmedik şeyler yapabiliyor, hoşgör abi, hemen küsme' diyormuş ilaç.
Sonuçta çekilen EEG diyor ki, 'EEG süresince beyin çok makul davrandı, burdan yola çıkarak öyle devam edeceğini varsayıyoruz, ilaçları keselim.'

Sevindik. Ama kontrollü bir sevinç. 8 hafta sürecek ilaç azaltma ve bitirme süresinde ve ilaçlar kesildikten sonra nöbet geçirmemesi asıl kritik olan. Bittiğini umuyor, inanıyoruz ama hadi kutlayalım modunda da değiliz henüz. Erol'a 'ya biz duygularımızı mı kaybettik, niye hiç sevinmedik?' diye sordum (evet, bunu kocama sordum) Sanırım bunun altında hala izleme döneminde olmamızın yanında epilepsi ile çok barışmış olmamız da yatıyor. 'Lütfen bizi bırakma' kadar değil elbet ama 'bu bizi üzemez, üstesinden gelemeyeceğimiz birşey değil' yaklaşımı içindeydik hep. Şimdi arkasından göbek atmak ayıp olabilir. Daha önemlisi her an geri dönebilir, çok sevinirsek dönüşüne çok üzülmemiz lazım. Ama üzülmeyeceğiz.

Ama her halukarda temiz EEG çok iyi bir gelişme idi. Şükürler olsun.

Bunun dışında hayat bildiğiniz gibi akıp gidiyor. Hafta sonu Türkiye'den misafirlerimiz vardı yine. Yücel, Çiğdem ve 3 yaşındaki kızları Beril geldi. Poyraz'a abla yapabilecek olsam direkt doğuracağım ama sanırım teknik olarak mümkün değil. Bayılıyor ablalara. Peşinden ayrılmadı Beril'in. Ne yaptığını izleme, onun gibi oynamaya çalışma halleri. Beni normalden çok daha az meşgul etti ve yordu. Beril de etrafımızdaki diğer kızlardan farklı olarak son derece paylaşımcı ve yumuşaktı Poyraz'a karşı. Öyle bir ablalık, kol kanat, beraber oynayalım hali yoktu ama ters de davranmadı. Bunda 2 yaşından beri devam ettiği kreş/oyun grubunun büyük etkisi var diye düşündük.

Aaaa, ama bir sanıye. Nişanlımız Kora da artık Poyraz'a iyi davranıyor. Peşinden ayrılmıyor da denebilir ama Poyraz daha az yüz veriyor artık. Dün akşam bir bara gittik. Bildiğiniz bardı, deniz kenarında bir otelin barı. Şaşırdık biz görünce. Hem de çocuk kabul ediyor. Neyse, bir ara, güneş batarken Poyraz ve Kora babalarıyla kumsala inmişler ve orda olan olmuş. İlk hareket Kora'dan gelmiş, Poyraz da gönüllü olmuş ve first time first kiss! Dönüşte Poyraz yol boyunca araba koltuğunda 'canımmm, canımm, canımmm' dedi. 'kime diyorsun oğum canım diye' dedik. 'Kora'ya canımmm, canımm, canımm...' diye devam etti. Gece uyuyamayacak diye korktum ama neyse uykuya biraz geç geçti ama sonra fena değildi. Anasına çekmemiş bu özelliği.

Türkiye'ye gitmemize 1 ay kaldı. Çok özledim. Ama çok fena buruğum da. Gitmeden bir sevinç daha bekliyoruz inşallah. (bir gelişme olduğu yok ama!)Bu dertle barışmayı da beceremediğimizden bu sefer çılgınca göbek atabiliriz.

19 Nisan 2011 Salı

Bir çocuk sevdim uzaklarda...

Çıngırağın sesi artık katlanılmaz olmuştu. Korkunç bir günün ardından, Poyraz sonunda uyuyakalmış, biz ise Erol'la ilk kez oturmuş 'ne yaşadık biz bugün?' diye soran gözlerle birbirimize bakıyorduk. Fonda bitmeyen çıngırak sesi. İlk konuşan ben oldum 'acaba çıngırak şart mı sakinleşmesi için?' Ama 6 kişilik hastane odasında yanımızdaki yatakta kalan çocuk ve annesi olduğunu düşündüğümüz kadın, değil çıngırak, davul çalsalar saygıyla karşılamamızı gerektiren bir durumdaydı. Bildiğim bütün nörolojik rahatsızlıkları düşünüyor (çok da bilmiyorum ama) fakat çocuğunkini hiçbiriyle örtüştüremiyordum. Çok çok büyük bir baş, boş bakan ve sabitlenemeyen gözler, tamamen kemiklerden ama incecik kemiklerden oluşan ve hiçbir kası kontrol edilemeyen bir vücut. 'Anne' sürekli gülümsüyor, sarılıyor, sakin bir sesle mırıldanıyor ve ama işte bir de çıngırak çalıyor. Poyraz'ın uyanmasından korkuyorum ama birşey diyemiyorum. Üstelik kadının bu kadar güçlü ve pozitif olmasına hayran oluyorum. Çözemediğim robotik bir hali de var ama. Çocuğu sevgiyle okşayarak uzun uzun uyutmaya çalışıyor, her ağladığında sabırla sarıyor, sarmalıyor. Uzun bir uğraştan sonra çocuk uyudu, çıngırak sustu, ışık söndü.
Biz tabi ki uyuyamadık. Gün içinde yaşadığımız ve o sırada hala ne olduğunu bilmediğimiz, Poyraz'ın öldüğünü sandığımız o korkunç birkaç dakikayı sindirmeye çalışıyor ve ertesi gün çekilecek eeg için endişelenmeyi bir kenara bırakıp Poyraz'ın şu an yanımızda ve tetkik eden bazı aletlere bağlı da olsa nefes alıyor oluşuna şükrediyorduk.
İsrail'de sağlık sistemi, diğer bazı sistemler gibi çok daha sosyalist bir yapıya sahip. Özel hastane çok az. Devlet hastaneleri gayet donanımlı ve tüm vatandaşlara en iyi hizmeti veriyor. Özel çocuk hastanesi yok. Bizim gibi sorun yaşandığında şehrin göbeğindeki bu kocaman çocuk hastanesine gidiliyor ve elbette özel oda yok. Hastanede herhangi bir lüks de yok. Ancak çok gerekli şeyler en iyi şekilde var. Gerçekten ilgili doktorlar, sadece gerçekten gerekliyse kullanılmak üzere alınmış aletler (bütün ülkede toplam 6 MR cihazı varmış) ve işin aciliyetine göre sıralandırılan hizmetler. Konforlu değil ama güvenli hissediyor insan hastanede kendini.
O geceyi pek uyumadan geçirdik. Yanımızdaki çocuğun 'anne'si, çocuk uyuduktan sonra odadan çıktı ve geri gelmedi. Çocuğun yatağının yanı valizler dolusu kıyafet ve oyuncak doluydu. Çocuğun rahatsızlığı nedeniyle sürekli hastanede kaldığını anladık ama demek ki öyle bir anlaşma yapmışlar ki anne tamamen bırakıp gidebiliyor diye düşündük. Gecenin bir saatinde çocuk uyanınca hemşireler çocuğu yanlarına aldılar. Poyraz uyanınca alan olmadı tabi, biz onu tekrar gülerken görmekten memnun oynaştık biraz.
Ertesi gün çok zorlu geçen tetkiklerin (EEG de dahil) arasında odaya gidip geldikçe, tüm hemşirelerin çocuğu nasıl sevdiğini, oyunlar oynadığını, arada doktorların gelip kilosunu ölçüp muayene ettiğini gördük. Olay iyice karmaşık bir hal alıyordu. Bir süre sonra çocuğun yanına başka bir kadın geldi. Yine inanılmaz bir sevgi gösteren, neşeli bir kadın. Büyükanne olduğunu düşündük. Kadın bir süre sonra benle muhabbet etmeye başladı. O bana Poyraz'ı sordu, rahatlatıcı şeyler söyledi. Ben hiçbir şey soramıyordum ama çocuğun durumunu öğrenmemi sağlayan soru da ondan geldi: 'Bu çocuğun hikayesini biliyor musun?'
Çocuk İsrail'e çalışmak için gelen Türk bir baba ve Filipinli bir annenin 2. çocuğuymuş. 1 yaşındaymış ve doğduğundan beri sürekli dayak yemekte ve beslenmemekteymiş. Yaşadıkları sonucunda hiçbir kası gelişmemiş. Büyüyememiş. Sadece kafası dayaklardan su topladığı için büyümüş ve gözleri kör olmuş. Sağlıklı doğan bir bebekmiş. İlk çocuklarına iyi bakıyorlarmış. Buna neden böyle yapıldığı kimse bilmiyormuş. Ne kadar nörolojik hasar kaldığını da. Şu anda hastane ve çeşitli gönüllüler sahip çıkmış, bakımını yapıyorlar, ona sevgi şefkat gösteriyorlar, iyileştirmeye çalışıyorlar, ne kadar olabilirse. Etrafındaki oyuncaklar, kıyafetler ve hatta pusetler hep bağış. Anne babasının yok etmeye çalıştığı bir bebeğe, hem de kendi ülkelerinden, dinlerindne ve ırklarından olmayan bu bebeğe sahip çıkan kadınlar. Annelik, büyükannelik yapan.
1 gün önceden beri tuttuğum gözyaşlarımı çocuğun hikayesini duyunca bırakıvermiştim. Nasıl yapabilir bir insan bunu bir çocuğa! Aklım almıyor, alması için çalışmak bile istemiyorum.
O gün hastaneden bazı bilinmezlikler ve ekstra tetkik istekleriyle ayrıldık.
En kötü ihtimallere boğuştuğumuz çok zor geçen bir 15 günün ardından Poyraz'ın tekrar nöbet geçirmesi sonucu yine acil olarak aynı hastaneye gittik. Çocuk hala oradaydı. Kilo almıştı, başı biraz küçülmüştü. Yüzü gülüyordu. Daha fazla tepki veriyordu etrafa, gözü görmese de. Sevginin ve bakımın sonucunu almıştı. Etrafında sürekli onla oynayan, ona şarkılar söyleyen gülen birileri vardı. Bir bebeğin ihtiyacının ne kadar basit olduğunu gördüm. Herşeye rağmen o yeniden hayata tutunmak istiyordu. Bir insanı, daha kimbilir kaç yıl bu dünyada yaşayacak, dünyaya iz bırakacak bir insanı yaratmak veya yoketmek. Anne babası yoketmeyi denemiş, yabancı insanlar tekrar varetmişti onu. Bütün yaralarıyla beraber. Onu evlat alacak bir aile aranıyordu.
Hastaneyi bu 2. ziyaretimizde Poyraz'a epilepsi teşhisi kondu. 15 gündür boğuştuğumuz ihtimaller arasında epilepsi en iyisiydi. Buruk da olsa bir sevinç yaşamaya çalıştık.
Bir kaç ay sonra o hastanede çalışmaya başlayan bir arkadaşımızdan çocuğa bir aile bulunduğunu öğrendik, çok sevindik.

1 yıl geçti bu olayların üstünden. Poyraz o zamandan beri ilaç kullanıyor. Bir daha nöbet geçirmedi. Pazartesi günü tekrar EEG çekilecek. Eğer temiz çıkarsa ilaç azaltılarak bırakılacak. İlaçsız nasıl olduğu gözlenecek.

Epilepsi tatsız bir hastalık. Ancak biz hep şunu düşündük, Poyraz çok şanslı bir çocuk. Onu çok seven ve kollayan bir ailesi ve çevresi var. Pek çoğumuzun çocuğunun olduğu gibi. Bizi birbirimizden ayırmayan her türlü sorun, beraber olunca başedilir.

Bazı çocukların sahip olamadığı şeyleri düşünerek Poyraz adına şükrediyor ama asla teselli bulamıyorum. İnsanlık adına özürdilemek istiyorum onlardan.

Yan yataktaki tatlı bebek, biz iyiyiz; umarım sen de yeni ailenle çok iyisindir ve hayatının ilk yılında yaşadığın o korkunç şeyleri hayatına bir zenginlik olarak katmayı başarır, sana kaybettirdiklerinin yerine pek çok güzelliği koyabilir ve mutluluğu bulabilirsin. Ben seni hala gözlerimde yaşlarla anıyorum, umarım sen gülüyorsundur.

17 Nisan 2011 Pazar

Neler oluyor hayatta...

Neler oluyor hayatta/ bir de su kabus son bulsa bulsa

- Artık zihnim, ruhum tamamen içinde bulunduğum kabus tarafından ele geçirilmiş durumda. Dışarıdan bakınca hayata aynen devam ediyorum, içim bambaşka bir dünyada. Fuat'ı hala kurtaramamış olmamıza inanamıyorum. Yapılacak birşey var da ben yapmıyorum gibi geliyor. Bu kadar saçma olamaz...

- 4 gündür bizimle olan babaanne, amca ve Tuğba (yenge demiyoruz) dün döndüler. Yabancılama huyu bu aralar zirvede olan Poyraz'ın aylardır görmediği yakınlarını gördüğü ilk andan itibaren duyduğu sevinç ve bağlılık içimi acıttı. Hem sevindim hem bir garip oldum.

- Poyraz babaannesine hep anneanne dedi. Gayet güzel babaanne de diyebildiği halde.

- Onlar gelmeden önce çok garip bir gün yaşadım. O günün sabahında Gürcistan'a ulaştım. Gürcistan'dan bir denizciye. (Fuat'ların gemisinde 3 Türk'ün dışında 15 tane Gürcü denizci var) Gürcistan'in bu konuyla yıkılmakta olduğunu, hergün televizyon ve gazetelerde bu konunun konuşulduğunu, devletin ve tüm insanların çabalamakta olduğunu öğrendim. Şaşırdım ve biraz rahatladım. Dünyanın biryerlerinde birileri çabalıyor diye. Biz basına özellikle haber vermiyoruz (korsanların beklentilerini yükseltmemek için) ama devlette ulaşmadığım merci kalmadı ve hiç bir aksiyon alınmıyor. Çok çok içlendim bu duruma. Türk vatandaşı olmak böyle birşey demek ki dedim.

- Dışişlerinde görüştüğüm kişiyi tekrar arayıp konuyu anlattım, biz şu bu daireye yönlendirdik dedi. O daireyi aradım, yanlışlık var, hala onların ilgilenmesi lazım dedi. Biz konuyla ilgili her hafta 2-3 yazışma yapıyoruz, takipteyiz ama asıl kısım onlarda dedi. Anladım ki kardeşimin canı bizim devletimizin bürokrasi akışının önemsiz bir parçası olmuş. O kadar.

- Aynı günün öğleden sonrasında çok yakın zamanda tanışıp 2 kere gördüğüm ve Fuat'tan bahsetmediğim bir arkadaşım beni aradı. Bloğumu bulmuş, Fuat'ı öğrenmiş, çok üzülmüş, bana söyleyememiş ama neler yapabilirim diye bakmaktaymış. Evlerine gittim. Poyraz arabasında uyurken, onun oğlu televizyon seyrederken çiçekli bir masada uzun uzun bunu konuştuk ve bunla bağlantılı başka şeyleri. Ağlamıyorum genelde. Bu olayın beni nasıl ağlamaklı yaptığını, konuştuklarımızın bana neler hissettirdiğini anlatamam. Hem anlatamam hem de anlatamam. İnşallah mutlulukla noktalandırdığımızda bu konuyu, yaraları da sardığımızda kazandırdıkları hep bizimle olacak. Çok garip şeyler...

- Bu konuda Nurturia'yı da mutlaka yazmalıyım. Orada tanıdığım ama aslında henüz hiç görmediğim dostlarımın bu konuda benim duygularımı paylaşmaları da gözlerimi yaşartıyor bazen.

- Poyraz'a sonunda bir bisiklet aldık. Parkta herkesin bisikletine (parktaki en büyüğünden en küçüğüne tüm bisikler ve türevlerine) binip duran Poyraz'ın katlanıp pusetin altında taşınabilir çok basit ama eğlenceli bir bisikleti oldu.



- Ah bir de onun değil benim isteğim üzerine ona bir de masa sandalye aldık. Çok mutlu oldum. O da seviyor üstelik.



- Yazı düşünmeye hafiften planlamaya başladık. Kocaman bir belirsizlikle ve buruklukla beraber. Fuat kurtulamadan geri dönmek, orada onsuz olmak çok çok zor olacak. Buraya gelirken, birkaç ay içinde bu işin hallolacağına emindim. Ne çok uzadı, beklemediğim ne krizler yaşandı. Gideceğimiz için heyecanlanacak gibi oluyorum ama heyecanlanamıyorum. Üstelik Erolsuz olacağız. Sanırım sadece Poyraz yakınlarını görecek diye istiyorum gitmeyi.

- Annelerin Dünyası'ndan istifa ettim. Yeni AD gümbür gümbür gelecek, o gümbürtüde benim yerim şu anda olamaz. 'Sen kendine kendin gibi bir taze bahar seç' dedim ve çok heyecanla başladığım bu yolculuğu hakkını veremeden bitirdim.

- Ayfer Tunç - Yeşil Peri Gecesi'ni okudum. Kitap genel olarak en iyilerim listesine giremez ama sürükleyici ve insanı içine çok alan ve hatta insanın içine giren bir kitaptı. İçindeki alıntılar, yine şiir okuma isteği uyandırdı bende. Ayrıca birkaç şey düşündürdü bana kitabın ana karakteri olan kadın. Biz iyi aile çocuklarının okul çağındayken etrafımızda görüp burun kıvırdığımız herşeyi yanlış yapan, 'kötü çocuklar' vardır ya. Bunun seçilmiş 'kötü çocuk'luk olabileceğini, hayatındaki çarpıklıklara bilinçli bir tepki olabileceğini bu kitapla düşündüm. Kitabın sonunda (dikkat spoiler) bütün korkunç şeylere rağmen yanında olan 2 kişi nedeniyle, 'olsun yalnız değiliz' diye sevinmesini, biraz önce anlattığım çiçekli masada çok hissettim.

- Poyraz'a benim yaptıramadığım bazı oyunları amcası ve Tuğba'nın kolaylıkla yaptırması sonucu Poyraz'ın bu aralar benden birşey öğrenmeyi reddetmesi teorimizi sağlamlaştırdık. Konuyu konuştuk. Benim kafamdaki 'acaba yapabilecek mi?' sorusunu hissetmesi, benimleyken benim her tepkime aşırı aşırı duyarlı olması ve bunun onda biraz baskı ya da stres yaratması gibi yorumlar yaptık. Biz artık Poyraz'la bütün gün keyif kebap yapacağız, haberiniz olsun. (zaten öyleydik de arada şansımı deniyordum, kapattım o defteri)

- Bunun dışında Poyraz çook tatlı, çok bal. Konuşup duruyor bıdır bıdır. Değişiyor hep. Salıncağa binmiyordu bir ara, bu ara parkta salıncaktan indiremiyoruz. Bana ve memelerime hala çok düşkün. Ben umarım uzun yıllar yanındayım ama memelerle saadet yakında bitecek, nasıl olacak çok meraktayım. Geceleri çok uyanıyor ve biz bu konuda hiçbir şey yap(a)mıyoruz. Hem neşeli hem biraz mızmız, hem hareketli hem biraz tembel bir değişik bebecik benim oğlum. Aslında artık bebek de değil.

Yani hayat durmuyor. Babam, ben üniversite için İzmir'e gittiğimde beni öyle çok özlüyordu ki, 'senin okulun süresince beni uyutsalar, bitince uyandırsalar' diyordu. Ben de Fuat kurtulana kadar uyusam diyorum ama Poyraz beklemiyor, aksine benden çok şey bekliyor. İyi ki de öyle, beni ayakta tutuyor. Beni bir tek o gülümsetebiliyor. Canım oğlum...

5 Nisan 2011 Salı

Poyraz'a neden kitap alıyoruz

Yeni bir arkadaşımı oldu burada. Anne bana, oğlu Poyraz'a arkadaş. 2 gün önce evlerine gittik tanışmak için. Ömer'in kitaplarını sevdik. Onlardan 3 tanesini biz de aldık.
Spot's Birthday party- seviyorum ben bu spot serisini. bizde baska bir kitabı vardi cok sevdigimiz, ordan tanisiktik. iyi oyalıyor Poyraz'ı.
Have you seen my cat?- eric carle -Poyraz dün gece uyku oncesi 'this is my cat, this is my cap, this is sapkam kedim' gibi abidik gubidik seyler geveliyordu kitabin sonucunda.
From Head to Toe- Eric Carle- Bayıldım buna. Hayvanlarin yaptığı hareketleri çocuklara da yaptırmak üzerine. 'Ben bir penguenim başımı çevirebilirim, sen de yapabilir misin?' gibi. Poyraz o tarz yap dediğim şeyleri hayatta yapmaz, bu kitapla beraber denemeye başladı. Aslında bir gün kameraya almalı. Yapamıyor pek ama çok güzel deniyor. Kitap süper bence. (bu arada Neva'nın annesi videosunu da koymuş bloğuna, o daha da eğlenceli olabilir. işte şurada)

Neyse, bunları niye yazdım. Dünyanın En Mutlu Annesi Ada'ya neden kitap aldığını yazıp hadi siz de yazın demiş.

Biz Poyraz'a neden kitap alıyoruz?

Çok basit. Çünkü çok seviyor kitapları ve kitap okunmasını. Valla da billa da başka nedeni yok. Anlatayım biraz bu sevgiyi:

3 aylık civarıydı. Maisy'nin (ki o zaman kendisini tanımıyorduk, şimdi aradaçizgi filmini de izliyoruz) rengarenk bir kitabını görüp almıştık. Poyraz onun resimlerine bakarken deliriyordu. Resmen muhabbet ediyordu. Oyun alanının etrafına asmıştık resimleri. Hatta 3.5 aylıkken Türkiye'ye giderken yanımızda götürmüştük öyle bir sevgi.



Poyraz hep hareketli bir çocuktu ve azıcık gözü açıldıktan sonra gazını bile çıkartmak zor oldu, çünkü durmuyordu (ağlamıyor ama sabit de tutamıyorsun) Biz de koltuğun arkasına bir kitap koyuyorduk ona bakarken sakinleşiyordu.

O zaman kitap denen şey resimler elbette. Sonra çeşitler arttı, yazılar, öyküler girdi devreye. Gittikçe daha farklı bir ilgi ve sevgiyle izler dinler oldu kitapları. Artık favori kitaplarındaki olayları biliyor, onları okumayı talep ediyor, dinlerken eşlik ediyor, mutlu oluyor.

Bu eve taşındığımız dönem sürekli eline birşeyler geçirip 'berabeer' diye yanımıza geliyordu. Beraber okuyacakmışız. Restaurant menüsü okuyacağımıza kitap okumak daha iyi değil mi? Hatta o dönem farkettik ki kitap okunmasını oyun oynamaya tercih eder hale geldi, biraz frenledik kendimizi. Yine okunuyor bolca ama azalttık.

Daha bu sabah olan komik birşeyi anlatayım. Parktan geldi, her seferinde olduğu gibi meme meme diye gözü dönmüş. Odasına çıktık fakat tam otururken koltukta aslanlı kitabını gördü. (kitap ibrabice olduğundan adını bilmiyorum) 'Aslanlı kitabı okuyalım' dedi ama bir yandan da emmeye başladı. Kitap aklında, bakmak için kafayı kaldırınca meme diye ağlayıp tekrar yapışıyor, sonra dayanamayıp tekrar kitaba bakıyor bu sefer yine memesizlikten canı sıkılıyor. Sonunda işin içinden çıkamadı ve ciyak ciyak ağlamaya başladı. Ben de kitabı açıp görüş alanına koydum ve o emerken anlattım. Böylece atlattık krizi :)

Aslında bu kadar lafta tek cevap vermiş oldum biz Poyraz'a kitap okumayı sevdiği için kitap alıyor ve okuyoruz. Tamamen hedonist bir yaklaşım içindeyiz. Bize de iyi oluyor, başka türlü sabit tutmanın imkanı yok. Hatta itiraf edeyim mama sandalyesinde bile kitapla tutuyoruz, ya da oturmak istemediğinde hadi kitap getirelim diyoruz da oturuyor. Ailenin tüm bireylerine çok faydalı bu okuma hadisesi.

Bunun yanında başka çeşitli etkileri de olmuyor değil tabi:

- Gerçek hayatta göremeyeceği çeşitli varlık ve kavramlarla karşılaşıyor. Bunun neye nasıl bir faydası vardır bilemem ama eğlenceli oluyor benim bile adını yeni öğrendiğim hayvanlardan falan bahsetmesi, ya da bir yeri yanında Zogi'yi hatırlayıp bizden bant istemesi.
- Benim uydurmama gerek kalmadan öykü yapısıyla tanışıyor. (tabi ki bu bez değiştirirken vb beni de uydurmaktan alıkoymuyor) Bazen kendi kendine de birşeyler anlatıyor. Kedi bir tane köpek görmüş, fil ağlamış vb. (bunları uydurdum şu anda, gerçek hayattan alınma değildir)
- kitap kavramıyla şimdiden tanışması fikri iyi geliyor bana. hani tanışmazsa ileride sevmez, okumaz diye değil ama ona ait kitaplar olması, kitapçıya gidiyoruz dediğimde heyecanlanması... Hiçbir işe yaramıyorsa bile beni çok mutlu ediyor. İleride onu çok sevdiğim kitaplarla yazarlarla tanıştırmayı hayal etmekten mutluluk duyuyorum. Okumayı öğrendiğinde yanyana oturup herkesin kendi kitabını okuyabileceği günleri... Şimdiden başladı işte tatlı bir paylaşım...
- ah bir de itiraf edeyim ben bayılıyorum bu çocuk kitaplarına. Şimdiki çocuklar gerçekten çok şanslı. Bizim zamanımızda yoktu değil mi? Ben okumayı öğrenince alınan tüm kitapları hemen okuduğumdan kitapçı annemlere acıyıp, 'siz alın okuyunca gelin yenisiyle değiştirin' demiş. Bir devlet memurunun bütçesi mi yeter buna. Daha büyüdüğümde Afyon İl Halk kütüphanesindeki tüm çocuk kitaplarını bitirmiş (acaba çok yok muydu, çok azını hatırlıyorum ben) çaresizlikten Halide Edip Adıvar- Sinekli Bakkal'ı almıştım. 'O sana ağır gelir' diye uyarmıştı beni kütüphaneci ablalar ama ben 'yok yok ben okurum herşeyi' diye ukala ukalaeve götürüp 2. cümlede edebiyat dünyasında daha yolun başında olduğumu anlamıştım. Oysa ben dükkanda sinekle uğraşıp duran bir bakkal hayal ediyordum. Ağır dediklerinde de, uzun zaman gitmiyor herhalde sinek, diye düşünmüştüm. Neyse böyle bir yokluk halinden buraya gelince, şimdi çocuk kitapçısına gidip 'parası neyse veriyorum, lütfen tükkanı bize terkedin' diyesim var.

Seyrek yazdığımdan mı çenemi tutamıyorum ya. Bir daha kimse bana mim falan yapmayacak. Ben ne sordum sen neler anlatmışsın der misiniz? Diyebilirsiniz, pişman değilim yine olsa yine yaparım. :))

Not: Selen, bekleyen bir mimim daha var biliyorum. Ama Poyraz öncesi ve sonrası arasındaki farkların ne kadarı Poyraz'dan ne kadarı başka etkenlerden kaynaklanıyor sorusunun içinden çıkamayıp yazamıyorum. Bir de bugünlerdeki pek çok 'halim' aslında biraz da içinde bulunduğum sıkıntılı ruh halinden, bunu biliyorum. Poyraz'dan sonra çökmüşüm gibi olmasın diye bekletiyorum yazıyı. :)