28 Aralık 2010 Salı

Poyraz'ın Gözüyle Şeyler

Poyraz son dönemde bir anda etrafta bizim görmediğimiz şeyleri görüyor. Süt kafası mı bu derken dikkatli bakınca biz de bulmaya başladık onun söylediklerini, bir kısmını sizle de paylaşalım...

Heyecanla 'Ördeek ördeek vak kak kak' dediğinde parmağının bir kardanadamı (elbette gerçek değil) ya da bir alıştırma bardağını işaret ettiğini görebiliyoruz.

Kahvaltıda 'gemiii, yüzüyoo' diye masada sürüklemeye başladığı



aslında bir yumurtalık,


veya restoranda masaya oturup bizdem 'gemi' diye heyecanla talep ettiği



aslında peçeteler.

Odaya girip 'öpüstü öpüstü' (otobüs) diye koşmaya başlıyor, biz 'n'oluyor' diye bakıyoruz ve



hedefin evimize emanet bırakılmış tekerlekli bir valiz olduğunu görüyoruz.

Yemekte bir anda 'abara ııın' diye gitmeye başlıyor,




veya 'at dıgıdı dıgıdı' diye koşmaya





tabağını önüne koyduğumda 'balıı yüzüyoo' diye sevinince



benim gördüğüm tabağa öylesine koyduğum közlenmiş kırmızı biber oluyor

Ama benim yaptığım bir resim hakkında aramızda şöyle bir diyalog geçebiliyor



- oğlum bu ne?
- bu ne?
- sen söyle ne bu?
- söyle
- oğlum bu gemi
- gemi

(aradan 10 dk geçer, hırslı anne kontrol yapmak ister ve resmi tekrar gösterir)

- oğlum biz buna ne demiştik?
- hi (merhaba)
- niye hi diyelim çocum. neydi bunun adı
- poyzaz (poyraz)
- eee, gel ben sana çiçek resmi yapayım!

26 Aralık 2010 Pazar

Emzirme Reformunu Elbette Destekliyorum!

1.5 yıldır tam gaz emziren bir anne olarak şu an blog dünyasında dolaşan konu olan emzirme reformu konusunda bana mim gelmese de yazayım diyordum ama aklımdaki pek çok yazı arasında sırasını belirleyemiyordum. Bugün farkettim ki aslında ben zaten mimlenmişim de blog takip etme disiplinini edinemediğimden farketmemişim. Sevgili Sena ve Selen, bana sorumluluk verip, diğer yazıları bırakıp önceliği buna vermeme yol açtığınız için teşekkürler.

Soruları yanıtlamaya geçmeden önce, bloğu olmayan anne arkadaşlarımdan rica ediyorum, siz de bu soruları yanıtlayıp bilgi@emzirmereformu.com adresine gönderirseniz reform çalışmalarına siz de önemli bir katkıda bulunmuş olursunuz.

(1) Türkiye'de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç? (*)
Bu mimle beraber oranı öğrendim ve çok şaşırdım. Kesinlikle çok daha yüksek olmasını bekliyordum.

(2) Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütü ile beslediniz?
Bebeğim ilk 6 ay sadece anne sütü ile beslendi. Şu an 17.5 aylık, hala emziriyorum ve 2 yaşına kadar emzirmeyi planlıyorum.


(3) Kaç ay doğum izni kullandınız?

Hamile olduğumda zaten çalışmaya ara vermiş durumdaydım. Hala da çalışmıyorum. (Ancak çalışırken çocuk sahibi olsaydım şartlar izin verirse en az 1 yıl ücretsiz izin kullanmayı düşünüyordum)

(4) Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?
-----


(5) Emzirdiğiniz ya da süt iznini kullandığınız için iş yerinde mobbing (tepki, işi bırakmanız için baskı) ile karşılaştınız mı?
-----

(6) Bebeğinizi toplum içinde, dışarıda emzirmeniz gerektiğinde sıkıntı yaşadınız mı?

Bebeğim zor emen bir bebek olduğundan dışarıda emzirmeyi çok tercih etmiyordum, onun yerine sağıp biberonla veriyordum. Ancak daha düzgün emer duruma geldikten sonra hep dışarıda da emzirir oldum. Başlarda emzirme önlüğüyle. Oğlum önlüğü işlevsiz hale getirmeye başladığında ben artık tişört ve hatta omuz pozisyonlarıyla bile gerekli gizliliği yaratabilir olmuştum. Her halukarda konuya rahat yaklaşmaya çalıştım. Sonuçta çocuğumu besliyorum, bunu ters karşılayan olursa da tamamen kendi sorunu olurdu, genel olarak da herhangi bir olumsuz tepki ile karşılaşmadım.



Burada üzerine çok konuştuğumuz bir anımı da aktarmak istiyorum. Kudüs, El Aksa camisini ziyarete gitmiştik. Örtünmek o bölgeye girerken gerekli, o camiye girerken ise çok hassas bir konu. Örneğin annemi yakası biraz açık kalmış, boynunun kenarı görünüyor diye uyarmışlardı hemen (başı kapalı oluğu halde). Ancak camide oturup bebeğini emziren (emzirme önlüğü falan da olmadan tabi ki) kadınlar son derece doğal karşılanıyordu. Hepimizin çok hoşuna gitmişti bu. Bebeğini beslemenin kutsallığı, mekanın kutsallığının ötesine geçiyor ve anneyi ve bebeği her durumda dokunulmaz yapıyordu.

(7) Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Gerek emzirme danışmanlığı, gerekse psikolojik olarak yeterince destek bulabildiniz mi?

Ben doğumu Amerikan Hastanesinde yaptım. Orada yapıp Beyhan Hemşireyle tanışmasaydım ve bizimle Dr. Hilda ilgilenmeseydi emzirmeye devam edemezdim çok büyük ihtimalle. Doğduğunda hemen emmeye başlayan oğlum ve hemen süt üretmeye başlayan memelerim harika bir ikili (3lü mü demeli :) ) olmuşlardı ama daha sonra Poyraz fazlaca dolan memelerle başedemez oldu. Taburcu olduktan sonraki hastane ziyaretimizde emzirme seansımızı uzun uzun izleyip soruna çözüm geliştirdiler, benimle beraber uğraştılar emzirebilmem için. Daha sonra da telefonla destek aldım Beyhan Hanım'dan. Emzirme konusunda sorun yaşayan kişiler danışacak bir uzman bulabilse bu işi yarıda bırakmış pek çok anne devam edebilirdi.

(8) Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan "sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük” şeklinde baskı gördünüz mü?

Sütün yetmiyor konusunda hayır. Poyraz iyi kilo alıyordu, çok soru işareti yoktu. İlk günlerde Poyraz'ın emerken kaka yaptığını gören bir yakınımız, yanımda duran anneme 'sütü cılk, yaramaz' demişti. Kötü bir niyeti yoktu aslında, bir tespitte bulunuyordu. Beni etkileyeceğini düşünememişti. Neyse ki ben hemen doktora sorup bunun normal hatta iyi bir durum olduğunu öğrenip rahatladım.

Şu anda emzirmeyi bırakmam konusunda baskı var üstümde. Baskı demeyeyim de tavsiyeler o yönde :) Ama bunda benim gerekli disiplini sağlayamadığımdan beslenme ve uyku konusunda sorunlar yaşıyor olmamızın etkisi var. Ben de 'biz böyle mutluyuz' diye yanıtlıyorum tavsiyeleri. :)


(9) Emzirme Reformu’nu biliyor musunuz? Sizce Emzirme Reformu neden gerekli?

Çalıştığım dönemde işyerinde tuvalete girdiğimde yan tuvaletten garip bir ses gelirdi bazen. Birinin epilasyon falan yaptığından şüphelenirdim. Sonrada öğrendim ki bir arkadaşım sütünü sağıyormuş.
Bir gün sağlık odasındaki doktoru görmeye gitmiştim. Tanımadığım biri sağdığı sütleri buzdolabına getirmişti. Doktor, 'siz çok iyi bir annesiniz, çocuğunuz çok şanslı' dedi. O zaman doktorun kadını tanıyıp da bu yargıya vardığını düşünmüştüm.

Oysa şimdi anlıyorum ki, çalışırken bebeğin için en iyisi olduğuna inandığın anne sütünü verebilmek büyük mücadele gerektiriyor. Bu mücadeleyi vermemeyi seçmek kesinlikle kötü annelik değil ama anneleri böyle bir mücadele vermek zorunda bırakmak kötü bir devlet uygulaması. Devletin her yerde ilk 6 ay sadece anne sütü diye propaganda yapması şu haliyle sadece çalışmayan anneleri hedefliyor diye düşünüyorum.

Bebeğinin ilk dönemi her anne için büyülü olduğu kadar zorlu da bir dönem. Emzirmeme tercih hakkına saygı ile beraber emzirmek isteyen annenin her türlü kurum ve kişi tarafından desteklenmesi ve gerekli alt yapının sağlanması gerekmektedir. Bu, kadının toplumdaki yeri, insan sağlığı, medeni bir ülke yaratmak gibi konularda kafa yoran herkesin meselesi olmalıdır.

(10) Emzirme Reformu'nu web sitesinde desteklediniz mi? Destek olmak için http://emzirmereformu.com/ adresindeki formu doldurmanız yeterli.

Evet destekledim.


(*) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı yüzde 1,3. (Kaynak UNICEF Türkiye). Annelerin yüzde 98'i doğumdan sonra emzirmeye başlıyor, fakat ilk iki aydan sonra genel emzirme sorunları veya işe başladıklarında yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle emzirmeyi ve anne sütüyle beslemeyi sonlandırabiliyorlar.

24 Aralık 2010 Cuma

vermekten acayip mutluluk duyulan hediyeler

Hediye vermek güzel şey zaten. Özellikle zorunluluktan ve iki araya bir dereye sıkıştırıp almadıysan, gerçekten içine sinen bir şeyi aldıysan ve hele de üzerinde emeğin varsa.

Eski işimden (yeni işim yok zaten) çok sevdiğim bir arkadaşımın 2. kızı oldu. Ben uzaklardayım tabi. Arada İstanbul'a gidiyoruz ama onunla İstanbul'un 2 ucunda oturuyoruz, her seferinde mutlaka görüşelim deriz, sonra aman Poyraz şöyle yaptı aman Deniz böyle yaptı derken görüşemeyiz. Biliyorum ki ben 2. bebek Mercan'ı ziyarete uzun süre gidemeyeceğim. Ama bir şeyler yapmak da istiyorum, onları düşündüğümü göstermek.

Sonra, sağ tarafta 'çocuk odasına resimler' diye linkini gördüğünüz muhteşem şeyleri yapan kisd'in kapısını çaldım. Anlattım bu tatlı aileyi, facebook'tan arak fotoğraflarını da paylaştım. O da heyecanla Deniz ve Nihan'ın gür ve kara kirpiklerini de atlamadan resmetti onları bir hayal bahçesinde. Hem resmi hem de onun neler düşünerek bu resmi yaptığını çok güzel anlatmış sitesinde.

Nihan çok sevinmiş hediyeye ama K.i.s.d. ve benim kadar sevindi mi emin değilim :)))

21 Aralık 2010 Salı

Birşey Yapalım Ama Tatmin Olmayalım

Bir kitapta okumuştum (buna benzer birşeyi, cildi parlak... n'oluyor! cem karaca çık aradan) kapitalizmle ilgili meşhur bir metafor varmış, ama ne okuduğum kitabı hatırlıyorum ne de bu meşhur metaforun kime ait olduğunu. Neyse, sanki halk türküsüymüş gibi anlatacağım artık, yapacak birşey yok. Kapitalizmi bir at arabasına benzetiyor bu kişi. Ancak atlar değil insanlar çekiyor arabayı. Arabada oturanlar ve çekenler belli zaten. Bazı fazlaca engebeli yerlerde arabada oturanların kendini aşağı düşmüş ve arabayı çeker duruma geçmiş bulduğu oluyor ama tersi durum çok daha seyrek gerçekleşiyor. Arabada oturanlar çekenlere her zaman kötü davranmıyor, hatta 'ah canım, senin de işin ne zor, kıyamam, al bak bir parça ekmek' gibi sevgi şefkat ve 'yardım' çalışmalarında da bulunuyor. Ama hiç bir zaman gel sen otur arabaya ben çekeyim demiyorlar. Oturanlar ne kadar ekmek verirlerse versinler birileri oturuyor, birileri de arabayı çekiyor.

Yardım, bağış vb. kampanyalar olduğunda hep bunu hatırlarım ve biraz içim burulur: Ah canım, alın ekmek veriyorum size, ne kadar iyiyim ve duyarlıyım!!

Ama sonra da kendime, dünyada e-mail adresi olan herkesin bilip çeşitli durumlar için kullandığı denizyıldızı hikayesini hatırlatırım. 'bu kadar deniz yıldızı nasıl kurtulacak ki? şu deniz yıldızını görüyor musun, bu kurtuldu'

Sonuçta yaptığım şu olur: sevdiğim, inandığım yardım kampanyalarına denizyıldızı hikayesini düşünüp katılmak ama at arabasını da düşünüp asla bunla tatmin olmamak, 2 havale yaptım diye kendimi bir b.k yapıyorum sanmamak. Çünkü bireysel olarak hayat standardımda herhangi bir düşüş bile yaratmadığım gibi evrensel olarak da dünyanın bozuk düzeninde bir çarkı bile düzeltemedim aslında. Çok istediğim birşeyin olması için adaklarımı bu tarz yardım konularında adarım, baba beni okula gönder çok sevdiğim bir kampanyaydı mesela ama bunun beni dünyanın adaletsizliğini sorgulamaktan, çözüm ihtiyacının farkında olmaktan alıkoymasına izin vermem. 5-10 kıza burs sağladım diye Türkiye'deki kadınların sorunu çözüme yaklaşmış gibi bir yanılgıya girmekten çok korkar ve kaçarım mesela.

Bu tarz kampanyaların denizyıldızının durumu nedeniyle çok güzel olduğunu ama insanları tatmine sürükleyip çözüm aramaktan vazgeçirme gibi (böyle bir arayış olduğunu varsayarsak) genel tehlikeleri olduğunu da düşünmekten kendimi alamam ama yine de iyi kampanyaları gücüm yettiğince desteklemek isterim.

Bu kadar lafı şunun için ettim. Şu anda sevdiğim 2 kampanya var, madem bloğum ve milyonlarca izleyenim var ben de duyurayım dedim. :)

Katılmanızı ama tatmin olmamanızı öneriyorum. Çok iyi insanlar olmayacağız ya da dünyayı da değiştiremeyeceğiz ama bu kışı üşüyerek geçirecek bir çocuk palto sahibi olacak, bir yetiştirme yurdundaki çocuklar anlamlı aktiviteler yapacaklar.

http://durubugunneyapti.blogspot.com/2010/12/galip-ozturk-sevgi-evleri-ve-cocuk.html

http://hulyanintunasi.blogspot.com/2010/12/dunyay-guzellik-kurtaracak-bir-cocuga.html



Not: Yazdıklarımı tekrar okudum da, sanki yazıyı bitirip bir feminist mitinge oradan da yeni kurmakta olduğum siyasi partinin toplantısına gidecekmiş gibi bir havada yazmışım artiz gibi. Yalan çok yalan, gazete bile okumuyorum doğru dürüst ama bundan ve pek çok şeyden rahatsızım. Evet yaptığım tek şey rahatsız olmak.Aferin bana di mi? :)

19 Aralık 2010 Pazar

Başka Bazı Şeyler

Poyraz ve başka şeyler başlığının ‘başka şeyler’inde ne haldeyiz, bugün anlatayım; asıl oğlan Poyraz’ı sonra. (Bu bizi tanımayanlar için sıkıcı bir yazı olacak, tamamen sarıkız minik buzağıyı sütten kesmedi tadında ne olup bittiğini anlatacağım, baştan uyarayım.)

Fuat: (o da biraz asıl oğlan oldu galiba) İlişkilerinin başında beraber kağıt oynayacak kadar muhabbette oldukları korsanlar istedikleri paradan herhangi bir haber gelmeyince elerindeki tek koz olan gemi personelini zorlamaya başladılar. Yemek, su, ellerindeki psikolojik ve fiziksel diğer imkanlar. Şirketin hala parası yok, korsanlar hala para istiyor. Biz (kuzenim Birsen ve ben) çalmadık kapı bırakmadık, gördüğümüz kadarıyla bu durumu bu şekilde yaşayan ilk gemi Fuatlar değil, armatörde para yoksa izlenen yol bu. Korsanların eninde sonunda ‘tamam be ne haliniz varsa görün’ demeleri bekleniyor sanırım. Ama korsanlar o zamana kadar her şeyi deneyecekler. Bana biraz Amerikan gençlik filmlerinde gördüğümüz yarışı hatırlatıyor: 2 genç arabaya biner uçuruma doğru gaza basar, ilk frene basan kaybeder. Şimdi korsanlar ve armatör arasında bu oyun oynanıyor ama riske atılan kendi canları olmayınca daha cesur olabiliyorlar.
2 hafta önce çok çok kötü bir konuşma yapmıştık. Bugün tekrar aramış, ben sonradan gördüm. Aradığımda korsanlar çıktı tabi ve adam ağır bir Afrika aksanıyla konuştuğundan anlamadım ama Fuat’ı vermedi. Bir de o sırada yanımda olmayan Erol’a arattım, ona vermişler. (maço korsan!) 2 haftadır benim Fuat’a sormak istediğim sorular ve vermek istediğim bilgilerle kafasını ütülemekte olduğum sevgili kocam hiçbir soru sormayıp, vereceğim bilgilerin de onda birini vererek telefonu kapatmış. 2 hafta daha beklemedeyim bakalım.

Dubai’de yaşam: Evimize yerleşeli 1 aydan uzun oldu. İlk taşınırken aldıklarımızla yaşam devam edebilince başka hiçbir şey almadık. Dolayısıyla ev oldukça ruhsuz ancak ruh katacak zaman yok, bütçe bulacağımızı varsaysak bile. Ama mutluyuz. Evimiz dediğimiz bir yerde yaşamaktan. Poyraz da alıştı. Ev bahçeli evlerden oluşan bir sitede. Yeni Dubai’nin geneli gibi burada da bir Truman Show havası var. Gerçek olmak için fazlaca düzgün ve temiz. Henüz gökyüzüne çarpacak kadar uzağa gitmedik gerçi ama umuyoruz ki bizim buralar gerçek.
Bunun dışında, İsrail yerine burayı tercih etme motivasyonumuz olan, daha çok arkadaş sahibi olma umudu, fazlasıyla gerçekleşti. Pek çok insan var etrafımızda kimi önceden tanıdığımız kimi de yeni tanışıp seviverdiğimiz. ‘Gurbetçi’ olma halinden olsa gerek çabucak samimi olunuveriyor. Çocuklu olma ortak durumu da işleri hızlandırıyor sanırım. İyiyiz ama bu açıdan çokca.
Bir arkadaşım Dubai mi Tel Aviv mi diye sormuştu mesajında, ona da buradan yanıt vermiş olayım: Arkadaşlıklar açısından evet kesinlikle burası. Şehir olarak karşılaştırınca ise:
Tel Aviv yaşayan bir şehirdi. Daha pis, daha düzensiz ve hatta daha az estetik ama hayat dolu, inanılmaz canlı bir şehir. Gerçek bir şehir. Sokaklarında kaybolayım desen her köşede karşına bir sürpriz çıkan: Harika bir kafe, çok ilginç şeyler satan bir dükkan, üstünde heykelcikler olan bir eski ev, sokakta ayaküstü jazz konseri veren bir grup… İnsanlar sokaklarda, kafelerdeydi hep, insan gürültüsü vardı arabadan çok. Bisiklete binenler, köpek gezdirenler, koşanlar, çocuklarıyla gezenler. (İsrail’i bu şekilde anlatırken çok zorlanıyorum. İsrail’in politik yönü ve Filistin sorunu hiç yokmuş gibi. Ama ben aslında İsrail’i anlatmıyorum, buradan önce yaşadığım bir şehir vardı, orayı anlatıyorum. İsrail kavramı bunun ötesinde ve benim elbette ki konum ama bloğumun konusu değil, en azından şimdilik)
Dubai ise tamamen binalardan oluşan sokakta yürüyen insanın neredeyse hiç olmadığı, sosyal hayatın devasa alışveriş merkezlerinde ya da sitelerin çocuk parklarında yoğunlaştığı bir şehir. Bir de eski Dubai kısmı var ama orası da bizlerin genelde turistik amaçlı gittiği bir bölge (ben de gittim ve yazacağım da aah ah) Bıraksam kendimi yollara, keşfetsem şehri gibi bir romantizme kapılacaksan bir arabaya ihtiyacın olduğu kesin ve GPS de fena olmaz. Yani bence aslında çekilir şehir değil Dubai. Ama çocukla olunca şehrin sunduğu kolaylıklar ve imkanlar kritik olabiliyor. Bu imkanlar ve arkadaşlar sonucunda evet memnunuz burada olmaktan.

Biz: Biz de iyiyiz. Ben bol bol dertleniyorum blogda, görüyorsunuz. Erol da iyi. Çalışıyor, ama İstanbul’da değil de burada çalışmanın avantajı, hem sabahları hem akşamları Poyraz’la oynama fırsatı buluyor. Bol bol seyahati oluyor. Bu durumdan en şikayetçi benim yine bildiğiniz gibi. Üniversitedeki ev arkadaşım Bahar hatırlatmıştı, ben hatırlamıyorum, o zamanlar ‘ileride evlenirsem bir kaptanla evlenmek istiyorum, seyrek görüşelim’ diye bir hayalim varmış. (Tabi o zaman ticari gemi meslekleri sülalemiz sınırlarına girmemişti ve ben de Somalili korsanların varlığından habersizdim.) Oralardan kocası 2 gün yok olsa mızıldanan bir kadın haline nasıl geldim bilmiyorum ama oralara olmasa da orta bir noktaya tekrar ulaşacağımı umuyorum.
Dubai’deki hayatımızla ilgili en büyük hayal kırıklığım ise artık yaparım dediğim kendime ait bir alan yaratabilme durumunun hala çok uzak olduğunu görmem oldu. Poyraz’dan bağımsız zamanlar ve beyin hücreleri yaratmak ve biraz bugüne biraz geleceğe yönelik bir şeyler yapabilmek istiyordum. Öncelikle beyin hücreleri kısmıyla ‘Türkiye’ye döndüğümüzde ben ne yapmak istiyorum’a karar verip sonra o konuda kendime yatırım yapmak. Ama bir süre daha Poyraz’la madden ve manen ayrılmaz bir ikili olmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Evde bir yardımcımız var. (bu konuyu da yazacaktım) Poyraz da onu çok seviyor ama ben de yanlarındayken. Tuvalete gittiğimde bile arıza çıkarabiliyor. İletişim kuramamak onu rahatsız ediyor galiba biraz. Ne de olsa konuşmayı ve dinlemeyi seven bir arkadaşımız kendisi. Gerçi bugünlerde hafif hafif gönül rahatlığıyla tuvalete gidebilir oldum. Bu hızla seneye markete de gitmeye başlarım! Yani bir süre daha Poyraz’ın anneliği dışındaki kimliklerim kayıp ve hükümsüz kalmaya devam edecek.
Poyraz doğduğundan beri bir filmi baştan sona izleyecek konsantrasyon ve uyanıklık seviyesini yakalamakta zorlanıyoruz. Bu sıkıntı için diziler mükemmel ilaç. Bu ara Sopranos’u izlemeye başladık. Emin yazmıştı, o zamandan beri aklımdaydı. İlk 4 bölüm itibarıyle çok beğendiğimi söyleyebilirim.
Kitap okumayı bırakmadım. Ama çok yavaşlattım ve konsantrasyon problemimi göz önüne alarak akıcı kitaplar seçmeye başladım. Ama kendime dönüş operasyonu kapsamında en azından okuma konusunda eskiyi yakalamaya çalışayım dedim. Hız olarak mümkün değil ama içerik olarak. Okunmamış kitaplarım da geldi İsrail’den, ne zamandır okumayı istediğim İlyada’ya başlayacağım. En son Ahmet Ümit Bir İstanbul Hatırasını okudum. Kendi türünde (polisiye) güzel bir kitaptı bence.


Bizle ilgili ‘Başka şeyler’den haberler bu kadar. İyi haberlerle karşınızda olmaya devam etmeyi umuyoruz!

18 Aralık 2010 Cumartesi

depresyon annelere lüks-annelerin dünyası yeni yazı

Aklımda ve hatta blogger taslakta bazı yazılar var. Yazmak istediğim. Ama bir süredir bir türlü elim gitmiyor. Zaten hiç vaktim yok. Doğumgünümü yazdım, mızmızmızzz. Fuat meselesinden dolayı bayağı keyifsizim aslında bir süredir. Normal bir hayat yaşıyorum ama mutlu hissedemiyorum. Felsefi anlamda mutluluk nedir, mutlu insan nedir sorgulamalarına girmekten bahsetmiyorum. Hani sadece 'ay çok mutluyum' deyiverme hali, olmuyor. Ruhumun daha dingin ve güçlü hissettiği anlar oluyor ama mutluluk, şimdilik hayır. Öyle olunca da günü kurtarmaya çalışıyorum hep. Oturup neşeli yazasım gelmiyor, kötü şeyler yazasım zaten gelmiyor. Fuat'ı yazmak istemiyorum, hem yazarken de üzüldüğümden hem de ilginç bir konu bulmuş boyalı basın gibi sürekli bu konuyu gündemde tutmak istemediğimden. Flaş flaş, korsanların elindeki türk gemici ablasına ne dedi? Hoş değil!! Ama Fuat dönünce onunla röportaj yapıp burada yayınlayacağım, bu hakkımı kimse alamaz elimden :))

Neyse, annelerin dünyası'nda da konu annelere depresyonun lüks oluşu olunca, bu aralar uzmanlık alanıma girdiğinden yazdım birşeyler. (işte şu şeyler) Spesifik şeyler yazmayayım, daha genel olsun dedim ama siz anlayacaksınız, neyden bahsettiğimi :)





tişörtü okuyabiliyor musunuz? (back off my uncle is a sailor)



Bu sabah kuaföre gittim. Saçımı kestirdim, kaşlarımı aldırdım. Normalde nefret ederim kuaförden. Geçirdiğim her saniye hayatımda boşa giden saniyelerdir, görseniz orda değilken dünyayı kurtarıyorum sanırsınız. Zaten sadece ara sıra saç kestirmek için giderim. Yılda 1 kez, yaz tatilince çıkmadan heves eder pedikür yaptırırım ki yarabbim ne büyük işkencedir o. Tırnak yediğimden manikür yok zaten hayatımda. Neyse anlatabildim sanırım nefretimi. Ama bu sabah nasıl iyi geldi anlatamam. Kaşının alınmasından zevk alır mı insan, mazoşist değilse! Aldım valla. Ohhh, biri benle ilgileniyor, benim hiçbir şey yapmam gerekmiyor, istesem de yapamam zaten, Poyraz babasıyla, içim rahat, tertemiz bir ortam, sakin bir müzik. Toplamda tüm kuaför maceram yarım saat sürdü ama pek iyi geldi. Deliriyorum galiba!

Kararlıyım, yazacağım önümüzdeki günlerde. Ama öncelikle kendime blogun asıl misyonunu hatırlattım, buradan haberler vermek. O yüzden taslaktaki konuları bırakıp biraz napıyoruz ne ediyoruz anlatacağım. Söz, ama söyleyin Poyraz'a iyi uyusun gündüzleri!!

11 Aralık 2010 Cumartesi

Doğduktan tam 36 yıl sonraki günüm

Doğduktan tam 36 yıl sonraki günüm yani 36. doğumgünümde


gece 12

- Poyraz uyandı. Evde ikimiz yalnızdık. Erol Türkiye'de. Annesinin doğumgününü ilk kutlayan olmak istedi diye düşündüm. Bu kutlama isteğinin sabaha kadar süreceğini ve neredeyse hiç uyumayacağını o anda farkedemedim. Sabaha doğru ağlaması kesilsin diye şarkı söylediğim bir ara bir yandan ağlayıp bir yandan 'bitaa' diye benden şarkıyı tekrar söylememi istediğinde ise gülümsemekten kendimi alamadım.

- Telefonum yanımdaydı, Poyraz'ın kısa uyku aralıklarında gelen birkaç mesajı okudum. Duygulandım. Hem yalnız değilmiş gibi hem de daha da yalnızmış gibi hissettim.


sabah

- 7 gibi başladık güne. Elimizi yüzümüzü yıkayıp aşağı indik. Koca ev bomboş. Kahvaltı ettik. Bu koca gün başbaşa nasıl geçer derken telefon geldi Begüm'den. Bizim sitede oturan bebekli arkadaşım. Sonra da Begüm, Yusuf, bebekleri Efe ve emanet köpekleri Fu. Ben çok mutlu oldum, normal de, Poyraz niye bu kadar mutlu oldu bilmem. O da 'ne yapacağım ben bu suratsız kadınla bütün gün' diye dertleniyordu sanırım.

- Sonra onları uğurlarken biraz biz de yürüdük. Poyraz uyudu.


poyraz uyurken

- Mutfağı toplama,öğle yemeğini hazırlama ve arkasından internet başına koşma: devletle uzaktan yakından ilgisi olan bir sürü kişiye ve bazen de direkt devlete mektuplar: kardeşimi kurtarın, durum kötüye gidiyor! Meclisin önüne gidip üzerime benzin döksem mi diye düşünürken Poyraz beklenenden erken uyanıverdi. Benzin kokusu bir anda uçtu


2 uyku arası


- Markete gittik aktivite olsun diye. Ehliyetimi yeniletme zamanım geldi ama yapamadım, uzağa gidemiyoruz. Kendime doğumgünü hediyesi olarak Poyraz'a kamyonlu arabalı bir oyuncak aldım. onla oynarken ben de biraz rahat ederim diye. Bu hayalim pek gerçekleşemedi. Oysa Erol'un Çandarlı'ya küçük bir kepçe getirdiği gün site 1 saat kadar Poyraz'ın ennn ennnnn sesleriyle inlemişti de acaba bu çocukta zeka geriliği falan mı var diye düşünmeme yol açmıştı. Maymumun gözü açılmış galiba.

- Pek keyfi yok Poyraz'ın, uykusunu da alamadığından ya da gerçekten annelerin sıkıntısını hissediyorlar. Ne fena bir kısır döngü. Oğlum sen neşeli olsan belki ben biraz toparlarım!

- Sonra kapı çaldı. Kocaman bir çiçek. Türkiye'deki dostlarım göndermiş. Çiçeğin notunda 'dünyanın neresine gidersen git, sen hep bizimlesin. iyi ki doğdun' Hiçbir engel tanımayan dostlarım İsrail'den sonra da burda da bulmuşlar yanıma gelivermenin yolunu. Hissettiğim inanılmaz bir mutlulukla karışık sonsuz hüznü tarif etmem imkansız.


Öğleden sonra uykusu

- Memede uyumadı. Pusetle yürüyüşe çıktık. Çok sıcak. Uyudu. Riske atmamak için pusetinden almadım.

- O uyurken yemeğimi yedim, masayı toplayıp yine devlet kapısı aşındırmak üzere internete giderken elimden düşen kavanoz Poyraz'ı uyandırdı.


Yürüyüş


-Attım arabaya yine, uyur belki diye. Ama uyumamak için öne doğru düşecek neredeyse. Uzun uzun yürüdük. Yapacak daha iyi bir şeyim ya da daha iyi bir şey yapacak gücüm yoktu zaten.

- Yürüyüş sırasında yaz öğle veya öğleden sonra saatleri kadar depresif başka saat olmadığına karar verdim. Çocukken öğle uykusu yapmazdım ama bütün arkadaşlarım uyurdu ya da evde dinlenirdi. Of ne sıkıcı, sıcaktan dışarı çıkılmaz, çıksan daha beter bir bunalım zaten. Bir başına güneşin altında. O hissi hatırladım. Bu his bana birbrinden çok alakasız 2 şeyi hatırlattı: Bir Fırat karikatürü (bulursam eklerim sonra) ve Albert Camus- Yabancı.

- Sonra tarihin 10 Aralık olduğunu düşündüm. Eski doğumgünlerimi. Doğumgünlerini önemli zannettiğim zamanları. Kendimi dünyanın en özel insanı gibi hissettiğim. İlla ki kar vardı. Afyon. İlla ki kardanadam, illa ki kartopu. Paltolar, eldivenler. Mandalina, elma, doğumgünüm diye bir de muz. Annemin yaptığı pasta. Gündüz, arkadaşlar, akrabalar, akşam sadece annem, babam, Fuat, ben, hepimiz bir aradayız. Aynı küçük odada sobanın başında. Çok beylik olacak biliyorum ama vallahi de mutluluk bu benim için. Poyraz'la Erol'u da alsak yanımıza eksiksiz mutluluk.


- Kendimdeki katili gördüm. Sevdiğim birine kasıtlı ve sistemli olarak zarar veren birini gözümü kırpmadan öldürebileceğimi farkettim. Somalili Korsanları düşünürken. Bang bang my baby shut me down. Bu kadar basit. İmkan olsa hemen şu saniye.


Poyraz uyumadı. Koca bir öğleden sonra bizi bekliyordu. Sanki mesainin bitmesini bekler gibi akşam uykusuna ne kadar var diye saate baktıkça kızdım kendime biraz ama elimde değildi. Bugün artık bitsindi.


Parka gittik akşamüzeri. Kalabalık. Oh. Poyraz bir kızın peşinde koştururken kız ona çarptı Poyraz düştü, can acısından çok gücüne gittiğinden ağladı. Biraz sonra 'Hi, how are you' diyecek abiler bulup üzüntüsünü unuttu. Yemek saatine kadar oyalanıp eve gittik. Yemek, banyo, normalden daha erken bir saatte yatak hazırlığı. Poyraz bütün günkü huysuzluğunu affettirdi o saatlerde bana. Uzun uzun sarıldı, konuştu, hatta dansettik. Bir ara 'bom'dedi. 'Ne oğlum bom' dedim. 'abi' dedi. 'Abi neyi bom yapıyor?' dedim. 'Çaptı' dedi. 'aa abi Poyraz'a çarptı değil mi?' dedim (kızlara abi diyor bazen) 'eeeee' diye kendi ağlamasını taklit etti. Uyurayak günün travmasını hatırladı çocuk. Sonra tatlı tatlı uyudu. O kadar da kötü değildi be bugün diye düşündüm o zaman. Oğlum da harika bir çocuk!


Mutfağı topla, ertesi gün için yemek yap, maillere bak, gelen doğumgünü maillerini oku, uzun zamandır kendinde bulamadığın kendini arkadaşlarının maillerinde bul, sevin ve yanıtla derken uyku saati geldi. Gece de 3.30 gibi Erol. Oh be.


Ertesi sabah öyle güzel yerde öyle güzel bir kahvaltı ettik ki, yeniden bulduğumuz eski bir dost ve ailesiyle. Ödeştik dünle.


3 Aralık 2010 Cuma

hayattayız, iyiyiz

İnsanın blogu olunca zaten bir yazma sorumluluğu hissediyor. Neyse ki öyle çok izleyenim bekleyenim yok da sorumluluğum sırf kendime diyordum ama yoğunluktan hem mail yazmayı hem de bloğa yazı yazmayı atlayınca 1-2gündür hayatta olup olmadığımızı sorgulayan mailler aldım. :) Onlara 'ay çok yoğunum' diye cevap verdikten sonra neden yoğunum, neler oluyor bir de burda özetleyeyim dedim.

Öncelikle bilmeyenlere haberi vereyim. Poyraz yürümeye başladı Cem ve Tuğba (Poyraz'ın amcası ve yengesi (e ne deseydim şimdi Tuğba!) ) geldiler bayramın sonunda. Tam o sırada Poyraz'ın düzenli kullandığı ilacını da burdaki doktorun önerisiyle azaltmıştık, doktor 'bu ilaç fazla alınırsa denge kaybı yapar, ondan da yürümüyor olabilir' demişti (teyze biliyorum sen de söylemiştin :) ) Neyse artık ilacın etkisi midir yoksa Cem ve Tuğba'nın eğlenceli bir şekilde yürümeye davet eden oyunlarının mı bilmem, Poyraz şeytanın bacağını kırıverdi, o günden beri de durmadı. Yollardayız!




Yollardayız ama hala beraberiz. Maalesef bana fazlasıyla yapışık, 3-5 adımda bir gelip bacaklarıma sarılıp sonra tekrar hayatına devam ediyor genelde. (bu durumu gösteren süper bir video var ama yükleyemiyorum nedense) Yok hayır aslında genelde bacaklarıma sarılıp kalmaya çalışıyor, ben 'hadi oğlum git koş yaramazlık yap' falan diyorum, tekrar hayatın acımasız kollarına atılıyor ama fazla dayanamıyor bensizliğe ve geri geliyor. Bazen hiç gitmiyor zaten. Hani nerde yürümeye başladıktan spnra geleceği vadedilen özgürleşme hareketi?? Ne oldu bilmiyorum ama her an kucağımda ve bana sarılarak yaşarsa dünyanın en mutlu çocuğu. Emzirmeyi azalttım biraz. Günde 4e falan indi (gece uyanmaları hariç rakam bu!) o açığı mı kapatmaya çalışıyor, bu bir alışma dönemi mi hem yeni hayatımıza hem az memeliliğe bilmiyorum. Umarım kalıcı bir durum değildir, geldiği gibi gider, benim mücadele etmem gerekmez. Çünkü ne yapmam gerektiği konusunda hiç fikrim yok.


Neyse, bunun dışında gündemimizde misafirlerimiz var. Türkiye'den Tolga, Edurne ve Kora geldiler. Poyraz ve Kora tanıştıklarında sırasıyla 6 ve 4.5 aylıklardı.




Annem o zaman hem Kora'yı hem anne babasını pek sevmiş bunları nişanlı ilan edivermişti. O zamandan beri bunun muhabbeti devam eder. İşte bu dünürler geldi bize. Onlarla olan hayatımızı, cadı gelinle ezik oğlumun ilişkisini ayrı bir yazıda mutlaka anlatmalıyım. Anlatacağım!! Ama tabi hayatımız sosyalleşince yazı yazmaya hiç vakit kalmadı. Oysa aklımdan da ne yazılar geçiyor bazen. Bloggerın ya da mail programlarının direkt beyinden yazı almaya başlayacağı günlere yetişememiş olmam üzücü. Hayatım çok kolay, bloğum pek şenlikli olurdu. Pişman olup olup sileceğim yazılar da ayrı bir zaman isterdi sanırım.


Bunun dışında daha önce beklemekle ilgili yazdığım yazıda beklediklerimden birşey daha gerçekleşti (yürümek dışında) İsrail'den yola çıkan eşyalarımız turlarını tamamlayıp evimize geldiler. Adamlar 38 tane büyük koliyi gösterince dünyayı bir de öbür taraftan dolaştırsanız demek istedim. Tam da yerleşmiştik, nerden çıktı bunlar! Görünce ağlamak istedim, gerçekten. İçlerini açtığımda ise gerçekten ağladım. Poyraz'ın aylardır görmediğim bazı oyuncakları, eşyaları. Ağlattı beni. O günleri hatırladım. Katı gıdanın ilk dönemlerinde kullandığımız içine yemeği sıcak tutsun diye sıcak su konan tabak mesela. İçimi yaktı. Nesneler üzerinde düşündüm. Nesnelerin içinde değişmeden devam hayatlar. Dondurulmuş gibi. Çok eski bir konser biletinde, ilkokul defterinde, bebeklik çorabında yaşamaya devam eden eski bizler. Ah o tabak da hem Poyraz'ın hem kendimin o dönemine götürdü beni. İsrail'de yaşanan o sıkıntılı döneme. Küçük Poyraz'ı sanki şimdi uzaklarda olan çocuğummuş gibi özledim, ona sarılmak istedim tekrar, hem kendime hem ona 'herşey düzelecek' demek. Ben şimdi biliyorum, o zaman onlar bilmiyordu.


İşin duygusal boyutunu geçersek bu nesneler bir de evimizi darmaduman etti. Ne güzel yerleşmiştik. Eksik çok şeyimiz vardı, 4 gözle beklediğim ama bir o kadar da 'amaaan bunsuz da yaşanıyormuş işte' dediğim şey geldi. Atsan atılmaz satsan satılmaz, dolaplara da sığmaz! Şimdi yeni taşınmış gibi olduk yine ve ortalık yeni adreslerini bekleyen eşya dolu. Yine düşündüm, ne çok 'şey'le yaşıyoruz. (Perec'ın şeyler diye bir kitabını okumuştum yıllar önce, ondan minicik şeyler geliyor aklıma bunu düşünürken ama toparlayamıyorum) Ne fena. İşte kafamda yazdığım yazılardan biri bunla ilgiliydi, şu an 2 satırda kesiyorum. :)

Ama yine mıymıy yapmayayım, geldiğine çok çok sevindiğim çok fazla şey de oldu. Zamanla yerleşiriz de acelesi yok :)

Bekleme yazısında yazdıklarımdan bir Fuat kaldı beklediğim. Hala bir gelişme olmadan, şirket para veremeden, korsanlar da bu kadarına razı gelmeden. Son konuştuğumuzda daha iyiceydi Fuat'ın sesi (bir önceki çok kötü konuşmamıza göre) iyi hayal etmeye çalışıyorum hep.

Erol'u bekliyordum galiba bir de o zaman. O bitmeyecek. Hep gidiyor bir yerlere, alışacağız zamanla. (yalaaan!)

Durumu sanırım özetledim (özet derken??) İyiyiz yani, hayattayız, yuvarlanıp gidiyoruz. Bir yandan da gurbet içimizde bir ok, herşey bize yabancı. ( e öyle ama, yalan mı söyleyeyim, oyun havası mı çalsaydım kapanışta: hadiii okumaya mı geldik, eller havaya, oooh oohhh)