27 Şubat 2011 Pazar

Çöl ortası, çim sefası

Bloğun ilk gezi yazısının bu kadar geç gelmesi hem de yeni bir ülkede ayıp biraz ama vallahi burası çok kısır bir ülke o açıdan. Daha önce bir gezimiz olmuştu, yazmak istediğim, yoğunluktan kaçtı belki birgün geriye dönüp yazarım ama bunu şimdi hemen yayınlayacağım. Yazacak çok birşey yok. Gezilen yerlerin altında pek derinlik yok çünkü burada.

Birazdan göreceğiniz fotoğrafların geçtiği yer bizim eve 45 dk kadar uzaklıkta (burası için uzak bir yer) Bab Al Shams adında bir otel. Çölün içinde bu otel. Biz bir öğleden sonra gittik. Poyraz uykusunu uyurken, biralarımızı yudumlayıp keyif yaptık, Poyraz uyanınca da onunla eğlendik. Şimdi de fotoğraflar (aslında bu gezi yazısından çok facebook foto albümü gibi oldu ama bu böyle bir geziydi ne yapalım)....


çölde tek başına



biz oradayken bir çift evlendi burada, ilginç değil mi?



çölün ortasında bu çimler için ne kadar su harcanıyordur!
poyraz pek sorgulamadı tabi, değişik toplar buldu, ondan
keyiflisi yok


poyraz ne yapıyor derseniz, yanıtı dudak hareketlerinde:
'supuruyooooor'



burada da dudaklardan anlaşılabilir: annesinin arada ağzına
tıkıştırdıklarını yiyor



uçurtmalara bakıyoruz


uçurtma gider mersine'e...


yogamsı birşey yapanlara bayıldı, önce taklit etti, sonra
minderlerine kapandıklarında 'uyuyor, pişşşş' dedi.



böceğin ayak izlerine dikkat
foto1: bir böcek, 'çöl ortasında başıma ne gelebilir ki' diye güvenle yürümektedir.
foto2: bir anda yumuk bir elle karşılaşır, ele annesi müdahale ettiğinden fotoda sadece izi vardır
foto3: böcek aynen geri döner, çalılıklara kaçar
foto4: böceği kaçırıp izleyen yumuk elin sahibinin yorumu: 'böcek saklandı. yamaraz böcek'

böcek, saklandığı yerden kalp atışlarının normale dönmesini beklerken uzaklaşan baba ve oğulu izlemektedir.

Başımdaki şapka yanımızdaki 'teyze'ye ait. Poyraz şapkayı aldı, inceledi 'güzelmiş' dedi. Sona benim takmamı istedi. Ben takınca da 'yanına gelcen' deyip kendi de şapkanın altına girmeye çalıştı.

bir kaç da çölde aşk fotosu





26 Şubat 2011 Cumartesi

Kitap Yorumu - Avunamayanlar



Kitap okumak, edebiyat, hayatımda önemli bir yer tutar. Poyraz'dan sonraki dönemde zaman olarak çok önemli bir yer tutamasa ve okuduğum kitap sayısı dramatik olarak azalsa da gönlümdeki yeri aynıdır. Ama profesyonel bir okur değilim. Edebi akımları, bu akımların felsefelerini falan derinlemesine bilmem. Ayrıca kitap eleştirmeyi de pek beceremem. 'Çok güzel kitaptı ya', 'Fazla ağdalıydı dili, zorlama geldi', 'çok etkinlendim, çok ağladım', 'hastasıyım bu yazarın' gibi çok derinlikli ve subjektif yorumların yanında, 'kitapta hem tarih, hem felsefe hem aşk vardı' 'çok sürükleyici bir macera romanıydı' gibi kitabın kapağına bakanların bile anlayabileceği bazı teknik bilgiler de verebilirim.

Peki o halde, dün, parkta bir ağaç altında bitirdiğim kitabım Avunamayanlar hakkında yazmaya iten ne beni?

1. muhtemel sebep: Arkadaşım Banu'nun bir başka blogger arkadaşının (http://okuyananne.blogspot.com/) nasıl da hem çalışıp, çocuk büyütüp, hem okuyup hem de onlar hakkında yazabildiği, bu duruma ne kadar hayran olduğu konusundaki yorumları sonucunda 'e ne var biz de kendi çapımızda okuyoruz' diye gaza gelmiş olabilirim.

2. muhtemel sebep: Daha başlardan itibaren kitap hakkındaki duygularımı ifade edecek kelimeleri bulmuş olmam.

Kazuo Ishiguro'nun bu kitabını, bazı okuduğu kitaplarda, gittiği tiyatro oyunlarında veya izlediği filmlerde beni andığını ve Banu okusaydı/izleseydi de üzerine konuşsaydık diye düşündüğünü bana söyleyerek kendi çapındaki entellektüel yanımın gerçekte olmasa da onun gönlünde hala yaşıyor olduğunu bilip mutlu olmama yol açan Hande'nin önerisi sonucu okudum. Aslında Hande'nin önerdiği, aynı yazarın (küçükken TRT'de filmlerden önce yapılan tanıtımlarda 'bilmemkimin aynı adlı filminden uyarlanmıştır' dediklerinde, 'bu nasıl iş ya, bütün yazarlar adı 'Aynı' olan bir kitap yazmış diye şaşıran bir çocuktum ben) 'Beni Asla Bırakma' adlı kitabıydı. Ama Türkiye'ye giderken bu kitabı sipariş ettiğim Erol onu bulamayınca, sanırım bundan dolayı kendisi suçlayacağımdan korkup iyi halden yırtmak için Avunamayanlar'ı almış. Uzun zamandır elimdeydi. Anca okudum, dün bitirdim, (araya memleketen gelenlerin getirdiği ve hasretten künyelerine kadar okuduğum uykusuzlar, penguenler girmese daha çabuk biterdi belki ama buna da şükür) bugün unutmadan yazıyorum.

(bir kez daha, asıl konuya geçene kadar ortalama bir post uzunluğunda yazdığım için kendimi tebrik ediyorum)

Ishiguro'nun hakkında 'Bei Asla Bırakma' kitabının Time tarafından en iyi 100 roman arasında gösterildiği dışında bir bilgim yok. Çünkü sınırlı okuma vaktimden kitap hakkındaki eleştirileri ve diğer bilgileri okumak için pay ayıramıyorum. Şu anda bu kitap hakkında yazacaksam önce biraz araştırma yapmalıydım diye geçiyor aklımdan ve vicdanımdan ama iddialı değilim, kitabın bana hissettirdiklerini yazacağım sadece. Bu gerçek bir eleştiri yazısı tabi ki değil. Kitabı baştan sonra yanlış anlamış ve yorumlamış olma hakkım bile saklıdır, böyle de yüzsüzüm. Gerçek eleştiri ve bilgilere kitap ilginizi çekerse sizin bir google ile her bilgiye ulaşacağınıza eminim zaten.

Öncelikle kitabın arka kapağındaki yazıyı Yapı Kredi Yayınları'nın sayfasından kopyalayayım,çünkü takdir edersiniz ki benim daha iyi anlatma ihtimalim yok:

'Dünyaca ünlü piyanist Ryder, önemli bir konser vermek için isimsiz bir Avrupa şehrine gelir. Birkaç gün sonra sahneye çıkacağını bilse de, bundan başka hiçbir şey hatırlayamaz; karşılaştığı herkesin niçin ondan bir şeyler istediğini, çok uzak olması gereken yerlere nasıl hemen ulaşıverdiğini, saatler sürmesi gereken bir sohbeti üç dakikalık asansör yolculuğuna nasıl sığdırdığını anlayamaz. Kendini olaylara ve çevresindeki insanlara teslim eden belleksiz piyanist, geçmişin ve geleceğin kırılgan bir şimdiki anda çakıştığı sürreal bir dünyaya savrulur. Çok geçmeden, yaklaşan konser gecesinin hayatının en önemli performansı olduğunu fark edecektir.

İşlevini yitirmiş toplumsal düzenin bireyler üzerindeki yaralayıcı baskısını hemen her eserinde zarafetle ilan eden Kazuo Ishiguro, Avunamayanlar’da hayatı kontrolden çıkan bir adamın çok boyutlu hikâyesini anlatıyor.'

İlgili sayfada kitabın içinden 'tadımlık' bir bölüm de var, okumak isterseniz.

Bazı rüyalar vardır. Mesela sınava yetişmek zorundasınızdır. Ama evden bi çıkarsınız, aa o da ne pijamalısınız, onu halledersiniz yolda kalemleriniz bir çukura düşer, kalem ararken şu olur bu olur. Hepimizin vardır hissi aynı senaryosu farklı olsa da bu tip rüyaları sanırım. İşte bu kitap bana baştan itibaren o rüyalarımdaki hissi verdi. Bu korkunç hissi bile bile yaşamaya niye devam eder insan, bilmiyorum. Bildiğim, aslında çok gündelik şeyler olup dursa da belki de bu hissin yarattığı bir büyü de var kitapta. Üstelik kitabın kopyalamış olduğum tanıtım yazısında da söylendiği gibi benim gündelik dediğim akışın içinde ancak rüyalarda olacak şeyler de oluyor kitapta sürekli olarak. Ama bilimkurgu tipli rüyalardan bahsetmiyorum. Hani rüya anlatırken, 'nasıl oluyorsa bi bakıyorum meğerse orası hemen yanımdaymış' gibi durumlar vardır ya. Kitapta bunlar hep oluyor. İşin güzel yanı öyle su gibi bir durulukta oluyor ki kitap fantastik roman okur gibi okunmuyor. Bütün olanlar en normalinden en garibine aslında kitapta olup bitenleri ya da olamayıp bitemeyenleri anlatmaya, yaşatmaya bir araç sanki sadece. Yani nasıl rüyada sorgulamıyorsak kitapta da hadi canım o adam asansörde bu kadar nasıl konuşur demiyoruz. Mr Ryderle beraber bütün bu olayların içinde onun gözünden bakarak, onun gibi görerek yaşayıp gidiyoruz. Ben onun kadar soğukkanlı kalmakta zorlandım bazen, resmen gerildim ama ben bazı pembe panter çizgifilmlerinde de (hani bir türlü içinden çıkamadığı durumlar olan bölümler vardır ya onlarda) çok gerilirim.

Bunun yanında kitabın beni çok içine alan bir başka yönü de bana zaman zaman fena halde Beckett'i hatırlatması oldu. Özellikle kitabın sonlarındaki Gustav-Rosie-Boris ve palto sahnesini kafamda düpedüz Beckettvari bir şekilde sahneye koydum. O olaylar benim zihnimde kitapta betimlenen yerde değil Stüdyo Oyuncuları'nın sahnesinde ve beraber dersler için günlerce Beckett çalıştığımız sevgili dostlarımla beraber oynandı. (Ben oynamadım, izledim, bir de sahnede olma stresini kaldıramayacaktım)

Kitap bittiğinde bütün kitabın içimde bıraktığı his başta söylediğim rüyalarla Beckett karışımıydı. Sonra da dedim ki hayat dediğin de bundan farklı birşey mi ki zaten? Evden giyinip de çıkıyoruz diye kendimizi hayatımızdaki herşeye hakim ve olup biteni yönetebiliyor mu sanıyoruz?

23 Şubat 2011 Çarşamba

Bugün Fuat'ın Doğumgünü

Bugün Fuat 34 yaşını dolduruyor. Günlerdir aklımda Brecht'in üniversitedeyken okumaya doyamadığım şiiri.


SORULAR

Ne giydiğini yaz bana!
Sıcak tutuyor mu?
Nasıl uyduğunu yaz bana!
Yatağın yumuşak mı?
Nasıl göründüğünü yaz bana!
Hep aynı mısın?
Neyi özlediğini yaz bana!
Kolumu mu?
Nasılsın yaz bana!
Hoş tutuyorlar mı seni?
Ne bok yiyorlar yaz bana!
Cesaretin yetiyor mu?
Ne yaptığını yaz bana!
Yaptığın şey iyi mi?
Neyi düşündüğünü yaz bana!
Beni mi?
Elbette sorulardır sana bütün verebildiğim
Ve gelen yanıtları kabullenmeliyim, mecburum buna.
Yorgunsan, uzatamam sana elimi.
Ya da açsan, seni besleyemem.
Sanki yaşamamışım bu dünyada, hiç yokmuşum
Unutmuşum sanki seni.


Bertolt Brecht
Çeviri: A. Kadir - Gülen Aktaş


Not: Buraya www.siir.gen.tr'den kopyaladım. Umarım yaptığım illegal birşey değildir.
Diğer not: 2 gün önce aradı Fuat. Sesi güçlü ve soğukkanlıydı. Gurur duydum onunla. 'Ne bok yiyorlar' kısmını sordum, kötü davranmıyormuş adamlar. Sevindim. Diğer tarafta da umut verici şeyler oluyor sanırım. Umarım Fuat'la ilgili bir sonraki yazım artık geminin eve doğru yola çıktığı olur.

20 Şubat 2011 Pazar

Çılgın ekip alışverişte

Dubai'ye ilk taşındığımızda dolaylı olarak tanıdığımız bir arkadaşımız bizi kahvaltıya davet etmişti. Bizle tanıştırmak için bir arkadaşını daha davet etmiş. Ekip şöyleydi:

Evsahibi aile: Anne, bana, 3 çocuk (6 yaş E, 3 yaş E, 1 yaş K)
Diğer misafir aile: Anne, baba, 1 çocuk (5 ay E)
Biz: Anne, baba, Poyraz :)

O günkü bazı muhabbetleri ne zamandır anlatmak istiyordum aslında. Şimdi sıra geldi. Ortalıkta o kadar çocuk olunca konu uykuya geldi elbette. Uyku konusunda ailelerin durumları ve yaklaşımları bizi çok güldürmüştü. Hadi sizi de güldürsün inşallah!

Misafir aile: Bebek, battaniyede sallanarak uyuyor sadece (meme, puset ve araba koltugunda da uyumuyor) geceleri de defalarca uyanıyor. Burada bir uzman varmış. Fiks bir para ödenip ilk bir yıl önce uyku, sonra beslenme konusunda danışmanlık alıyorsun. Bu aile Efe doğduğunda bunu almış. (yani pek çoğumuz gibi son derece idealist ve bilinçli başlamış bir aile) Ama kadına bizimki kendi kendine uyumuyor deyince kadın da nasıl uyutmaları gerektiğini gösterirken bebekcağız çok ağlayıp bir de 'beni kurtarın' gözleriyle anne babaya bakınca (böyle hissetmişler valla) bu konuyu kapatmaya karar vermişler. Bir dahaki görüşmede, 'dediklerini yaptık, kendi kendine çok güzel uyuyor, gece de hiç uyanmıyor' diye kadına yalan söylemişler. Birsürü para verip sonra böyle birşey yapan ancak bir türk olabilir diye çok eğlenmiştik.
Şu anda da aman ne yapalım elbet bir gün uyur, ağlamasına tahammülümüz yok noktasındalar.

Biz: Poyraz'da uykular çok fena ama nerelerde hata yaptık biliyoruz. Yapmayacağız da bir tane daha bebek yapsak onda daha başarılı olurduk gibi geliyor. Bu arada da tanıştığımızdan beri misafir ailenin anne ferdini yumuşak da olsa bir uyku eğitimi vermesi için iknaya çalışıyorum. En son Tracy Hogg kitabımı verdim kendisine. Sinsi bir bekleyiş içindeyim!

Evsahibi aile: 3 çocuk da çeşitli uyku sorunları yaşamış ama büyüyen 2 tanesi artık düzgün uyuduğundan, 3.nün sorunları konusunda stres olmuyorlar. 'Türk genleri böyle, bakmayın siz avrupalı bebelere, boşverinnn' modundalar.

Misafir aile, bizim sitede oturuyor. Artık, ailenin birazdan başlayacak vakaya dahil olacak fertlerinin adını da vereyim: Begüm ve Efe - nam-i diğer Efege (Poyraz'a Erol birgün alfabeyi saymıştı, o günden beri Efe'ye zaman zaman Efege diyor) Efe şu an 7.5 aylık.


Begüm'le annelik tarzımız çok benziyor. Kendinden geçmiş, hayatında başka birşey kalmamış, bebeği için çırpınıp duran, söyle bir sakiiiin olamayan 2 anne. Ben hergün Begüm'e ' ben yandım sen yanma' dersleri veriyorum ama hiç akıllanmıyor!! Bebekler de zor ve talepkar. Tavuk mu yumurtadan çıkmış, yumurta mı tavuktan emin değiliz. İşin ilginç yanı daha hamileyken de aynı durumdaymışız. İkimiz de 24. haftaya kadar sürekli kusmuş, hiç bir şey yiyememiş, hasta gibi yatmışız. Buna bir açıklama arıyorum bulamıyorum. Yani zor bebek hamilelikte mi başlıyor anneyi zorlamaya? Yoksa biz arızalıyız da o yüzden daha hamilelikte bu hale mi geldik? Yoksa herşey bir tesadüf mü? Ya da herşeyin altında yurtdışında yalnız anne/hamileler olmamız mı yatıyor?

Neyse bu 2 anne bir gün kalk alışveriş merkezine' gidelim der. Benim bir değiştirilecek terliğim (dünyada ayakları Birkenstock larla rahat edemeyen tek insan olduğumdan şüpheleniyorum), bir alınacak bebek çorabım var. Onları halleder, keyif yaparız, bir şeyler yer, yediririz. Begüm, Mano (bizim yardımcımız) da gelsin, daha rahat ederiz dedi. Düştük hep beraber yollara.


Başta herşey iyiydi. Oğlanlara bir AVM arabası kiraladık. Pek mutlu oldular.


(Fotoğraf sırasında Poyraz 'yavvvrummm' diyerek Efe'nin saçını okşamakta)


Terliği değiştirip, düz renk çorap bulamayıp bebelerin yemek saati gelince yemek bölümüne gittik. Oradaki maceramızın detayına girmek istemiyorum. Tüm nakdimizi AVM arabası için depozito olarak bıraktığımızdan, pek çok yer sadece nakit kabul ettiğinden, Mano pirinçli yemek yemeyi tercih ettiğinden, benim gibi eski tevellütlülerin hatırlayacağı bir alışveriş bir fiş skeçindeki Ayşegül Atik misali turladık durduk. En sonunda oturabildiğimizde (oturmamız da kurt kuzu koyun bilmecesini andırıyordu, sırayla ve defalarca bir yerlere gidildi gelindi, ekip ve yemekler bir türlü birarada olamadı) hepimiz çok acıkmıştık. Çeşitli kazalar olsa da fena bir yemek seansı olmadı.
Ancak kalktığımızda oğlanlar tüm paramızı yatırdığımız arabaya oturmayı kabul etmediler. Hafiften uykuları mı geliyordu ne? O noktadan sonra ortalık karıştı biraz. Poyraz memeee diye kucağımda emme pozisyonu almaya başladı. Ben bir emzirme odası bulup kendisini sakinleştirdikten sonra çıktığımda Efe meyve sucunun vitrinindeki meyveleri seyrediyor, oradan ayrıldıkları anda ağlamaya başlıyor haldeydi. Çorap ararken bir oyuncak görüp, çıkarken alayım demiştim. Ben onu alırken Begüm Efe'yi emzirmeye karar verdi. O sırada Mano mağazayı turlayan Poyraz'ın peşindeydi. Kasa kuyruğunun da uzamasıyla (Efe bebek emip geldiğinde ben hala oralardaydım) bebeklerin sabrının son noktasına bir oyuncakçıda ulaşıp sonradan olacakları belki de hakettik.

Arabaya vardığımızda hem Poyraz hem Efe ağlıyordu. Efe'nin arabaya konması için battaniye ile sallanarak uyutulması gerekiyordu. Mano ve Begüm o işe giriştiler.

Şok olmuş Mano ve Begüm arasındaki diyalog:
B: Sri Lanka'da yok mu böyle yapan?
M: Var. Köylüler böyle uyutur çocuklarını!!!

O sırada ortalıkta koşmasına izin vererek ağlamasını bertaraf etmeye çalıştığım Poyraz'ın koşarken arkasından çıkan koku bulutunu burnumla gördüm. Normal zamanda bile kaka temizlemek büyük bir mücadeleyken, arabanın ön koltuğunda bunu yapmak zorundaydım (Arkada 2 bebek koltuğu var) İşe giriştim fakat benim halime acıyan Begüm ve Mano sallamayı yarıda kesip bana yardıma geldiler. Kakayı temizledik, Poyraz koşuya Efe sallanmaya döndü.Bir süre sonra Efe uyudu. Arabaya bindik. Artık zıvanadan çıkmış Poyraz normalde araba koltuğunda uyuduğu halde uyumayıp ağlak moda devam etti. Eve yaklaşırken ciyak ciyak ağlamaya başlayınca Efe de uyandı. Begüm, Efe uyanıkken tek başına araba kullanamadığından (Efe ağlıyor) bize geldiler.
Poyraz evde önce uyudu, sonra mutlu mesut oyuncaklarıyla oynadı. Efe de zaten bayılıyor Poyraz'ın oyuncaklarına (onun daha çok var ama bunlar değişik) Biz de kek yedik, çay içtik. 'Amaaan deli miyiz biz, neden normal anneler gibi dışarı çıkmaya falan çalışıyoruz ki, bak burda hepimiz ne kadar mutluyuz' deyip halimize şükrettik.
Bu yazımı bebeğine uyku eğitimi vermek istemeyen, azıcık mıkırdansa panik olup kucağına alan, parçalan behçet modundaki annelere ithaf ediyorum... :)





















13 Şubat 2011 Pazar

Dün gece Poyraz'ı uyuturken

Hemen her gece aynı şey. Banyodan sonra giyinme süresince memeyi beklemeye dayanamıyor ve ortalığı yıkıyor. Bazen öyle bir hal alıyor ki ben emzirmeye başlıyorum, Erol o sırada pijamasını giydiriyor! Sonra bir süre gıkı çıkmadan cork cork cork emiyor. Eğer çok yorgunsa bazen sadece birkaç kelime sarfettikten sonra uyuyor. Dün de öğleden sonra uyumadığından öyle bir gece olmasını bekliyordum ama hayır konuşası gelen gecelerdenmiş. Bir gün ses kayut cihazı koyacağım, şimdilik sadece hafıza kayıtlarımdan yazıya geçirmeye çalışıyorum:

P: (5 dk kadar sessizce emdikten sonra her geceki gibi annenin yuzunun yoklaması yapılır) Gözü, bir tane daha, burnu, ağzı, saççarı, kulağı, bir tane daha
Ben: Pişş, hadi uyu oğlummm
P: Dizagan (üzerinde gezegenler olan bir tulum giymişti, ayakları da kapalı) ayağı saklanmış. üstünde dizagan. dizagan, dizagan (bu sırada parmak vücudunun çeşitli yerlerindeki gezegenleri gösteriyor, bu muhabbet 2-3 dk devam etti)
B: Evet oğlum gezegenler var
P: Baba gelecek (bir süre uyumazsa babaya devrediyorum bazen)
B: Hayır gelmeyecek, banyo yapıyor baba
P: Dizagan, dizagan, anneanneeee(koltuğun arkasında duran fotoğraf alınır) burada (karanlıkta fotoğraf üzerinde anneanneni yeri işaret edilir)
B: Evet, anneannesi Poyraz'ı çok seviyor. Babaannesi Poyraz'ı çok seviyor. Amcası Poyraz'ı çok seviyor.
P: Tuğba? (amcasının eşi)
B: Tuğba da Poyraz'ı çok seviyor. Dayısı Poyraz'ı çok seviyor.
P: Gemide. Yüzecek
B: Ne yapacak?
P: Yüzecek. Şapşapşap
B: Aa, evet yüzecek, buraya gelecek.
P: Dayittiyosun dayittiyosun (bu aralar durup dururken söyleyip durduğu repliği, dayıyı istiyormuş)
B: Tamam oğlum, dayı gelecek, Poyraz'ı çok sevecek ama sonra
P: Baba gelecek
B: Baba bu akşam gelmeyecek uyu sen
P: Üzüm alsın, un alsın, eppek alsın (birkaç gün önce yine babayı istemiş ben de baba markete gitti demiştim, onu hatırladı)
B: Tamam alsın onları.
P: Memeeee (bu konuşmaların bir kısmını memeyi ağzından bırakmadan yapıyor, eğer oturup yapıyorsa bir anda aklına meme düşüp memeeee diye panik halinde saldırıyor yine)
B: Al meme annecim
P: Baba, miraba (kapısdaki hayali babaya el sallanıyor), iyisin?
B: :))))
P:Babayı çok seviyosun (seviyorum demek)
B: Baba da seni çok seviyor ama sen uyu hadi

Benim birer kere yazdığım pek çok replik defalarca tekrar edilmiştir. Yarım saatten fazla zaman geçmiştir. O sırada baba gelir. Bütün muhabbetler babayla da yapılır. Bir ara babanın annenin omzundaki eli ısırılır sonra kendi kendine 'IsırmaAaAa' denir. Sonra 'anneyi ısırmaaa' diyerek anne de ısırılmaya yeltenilir. Bu uykunun artık iyice geldiğine işarettir. Birkaç muhabbet ve birkaç memeee diye memeye saldırma sonunda memede horul horul bir uykuya dalınır.

İyi uykular tatlı bebeğim

8 Şubat 2011 Salı

Bir Cahil İnsandan Dubai'nin Sosyolojik Analizi

Şu yazacağım şeye utanmadan sosyolojik analiz de diyorum ya, ne diyeyim kendime. Ben hata etmişim, İsrail'deyken blog tutmaya başlamalıymışım. Ne okumuştum oranın tarihini, gezerken nasıl da her bir taş hakkında uzun uzun araştırıp geziyordum. Dubai'de ilginç hiç birşey olmadığı gibi benim zihnim de fazlasıyla dağınık bu sıkıcı ülkeyi derinlemesine tanımaya çalışmak için. Ama işte yaşadığın ülkeyi ne olursa olsun kafanda belli bir değerlendirmeye sokuyorsun. Benimki o değerlendirmeler.

Nerden çıktı şimdi bu düşünceler derseniz, önceki yazımda Poyraz'dan biberonunu kaçıran Batu vardı ya, işte onun annesiyle - ki onun adı da benden Banu olmasın Banudur- muhabbet ederken, kendisi bana 'burda hayatınız çok rahat, Poyraz biraz büyüyüp okul vb. konular gündeme gelince burada kalmayı tercih edebilirsin' demişti. Ben de hem 'bülbülü altın kafese koymuşlar ah vatanım demiş' tadındaki ruh halimi aktarmış, hem de aslında çocuğumun bu altın kafesin kültürüyle büyümesini istemediğimi belirtmiştim. Oradan hareketle nedir beni rahatsız eden'i biraz daha sorguladım ve eminim meraktan ölüyordunuz, sizinle de paylaşıyorum. (bu arada şunu belirtmeliyim, sadece 4 aydır Dubai'deyiz ve daha önce yazdığım gibi çok derin bir okuma inceleme sürecim olmadı, biri çıkıp 'saçmalama öyle değil, böyle' derse süper karaktersiz bir şekilde 'aa doğrudur o zaman' da diyebilirim :) veya 2 yıl sonra 'yok biz dönmeyeceğiz hastasıyım Dubai'nin' de diyebilirim ama o zaman korkun benden :) )


BIZZZZZZZZZZZZZZZT
DIZZZZZZZZZZZZZZZZT



Evet ya, necefli maşrapa. Kocam sansür koydu yazıma!!!! Çok ağır eleştirmişim, bunun neden sakıncalı olabileceğini ve hayatımızda yol açabileceği sorunları da söyledi ama onu yazarsam yine maşrapa çıkar mı emin değilim. :)

Kocam değil de başkası yayınlama dese dinlemezdim de kendisi gayet özgürlükçü bir kişidir hadi üzmeyeyim adamı dedim ama valla ağırıma gitti. Hayır, önemsiz bir insanım, önemsiz ve popüler olmayan bir bloğum var, yazacaklarım da ziyadesiyle önemsizdi ona rağmen sanki dünyayı yerinden oynatacak şeyleri söylemem engellenmiş gibi gerildim bi önce, sonra bu cümlenin başını hatırlatıp kendime sakinleştim. Ama inandığın çok daha önemli ve hayatı etkileyebilecek şeyler yazamamak ne ağır bir acı olmalı diye düşündüm ve maşrapalı yazımı şöyle bitiriyorum:

OKULDA DEFTERİME, SIRAMA, AĞAÇLARA YAZARDIM ADINI

ŞİMDİ BLOĞUMA, İNTERNETE, BİLMEM BAŞKA NERELERE YAZARIM ADINIIII

EEEEYYY ÖZGÜRLÜÜÜÜK

Not: Bu notu yorumlar kısmındaki Pınar'dan gelen ilk yorum üzerine sonradan ekledim. Yazıyı yarım da olsa yayınlamamın asıl sebebi şudur: Hep birşeyler yazacağımı söyleyip yazmıyorum, bu sefer vallaha da billaha da yazmıştım, sansüre takıldı, onu göstermek istedim. :)

5 Şubat 2011 Cumartesi

Yuvarlanıp giderken...

24 saat Fuat hayatta mı diye düşünme döneminin ardından, o süreçte stresimle Poyraz'ı da germenin verdiği vicdan azabını da cebime koyup, biraz hayata dönmeye karar verdim. Fuat aklımda, oğlum yanımda, hayat içimde, yediğim önümde, yemediğim ardımda.

Gerçi sağolsun Poyraz Fuat'ı azıcık aklımdan çıkarayım desem de izin vermiyor! Geçen gün biraz dayısını anlatayım ona dedim (Dayı ilk kelimelerinden Poyraz'ın, İstanbul'dayken dayiiii dayiiii diye haykırarak kapısına dayanırdı Fuat'ın, ama uzun zaman geçti tabi üzerinden) 'Poyraz'ın dayısı var, o şimdi gemide ve Poyraz'ı çok seviyor' dedim. İttiyosün, ittiyosünn diye mızıldanmaya başladı (bugünlerde kendisi 2. tekil şahıs) 'ne istiyorsun çucum' dedim. 'dayıyııı, dayıyı ittiyosüüün'. O günden beri de ara ara 'dayı gemide, yüzüyor, dayiyi ittiyosünnn' diye mızıldıyor. Eh be oğlum, ne diyeyim ben sana!

Neyse dayıyı isteyen ana oğul, yuvarlanıp gidiyoruz.

Bir gün yine -ben bu çocuğa birşey öğretmiyorum, bütün gün yedi yemedi, uyudu uymadı mücadelesi, benim içsel mücadelelerim ve onun dışında da başı kesik tavuk gibi koşmakla geçiyor- triplerine girip aktivite yapsam dedim. Yine bir yerde gözüme takıldı, 'hadi bir deneyelim' dedim. Hem vakit geçirmiş oluruz: Bir kaba kırmızı mercimek koydum. Kaşıkla diğer kaba aktarma aktivitesi. Kendini beslemesine de destek babında.

Sonucu özetliyorum:

- Toplam aktivite süresi 7-8 dk
- Bu süre içinde Poyraz'ın elinde kaşık tutma süresi: 1-2 saniye
- Bir kaptan diğerine aktarılan mercimek oranı: %5 (hepsi benim tarafımdan)
- mutfağa yayılan mercimek oranı: %100
- Toplam temizlik süresi: Neredeyse bütün gün. Hala da evin çeşitli yerlerinden kırmızı mercimek buluyorum zaman zaman



Bu işler bize göre değil, kabullendim. Bireysel bir aktivite yaptım ben de. Uzun zamandır ertelediğim sülale fotoğraf albümü projem vardı. Poyraz sevdiğimiz yakınlarımızı unutmasın, aslında kalabalık bir ekibin çocuğu olduğunu bilsin diye fotoğraflar bastırıp Poyraz'a arada göstermek bu projenin içeriği. Onun için fotoları seçtim. Bakalım ne zaman basılacak, asılacak vb...



Bu fotoğraflar hep yazın çekildiği için bakarken Poyraz'ın yaza göre ne kadar zayıfladığını görüp ah bakamadım ben çocuğuma triplerine girmeyi de ihmal etmedim. Sonra zayıflığa çözüm ararken her ne kadar şeker vermemeye çalışsam da hile yapıp, havuçlu kek yaptım. İlk kez buradaki fırında birşeyi yakmadan pişirebilmeyi becerip Pınar ve Mina'yı da çağırdık bize. Nedir benim bu oğlumun kızlardan çektiği. Ölüyor Mina Mina diye. Bütün fotoğraflardaki 2-4 yaş grubu kızlar ya Mina ya Asya. Gel gör ki Asya gibi Mina da oğluma yüz vermiyor. Oyuncaklarını paylaşmıyor, elindekileri alıyor. Poyraz'da ise seri katil olacak bir karakter var. Hiç sükunetini bozmuyor elindeki falan alınınca, dönüp başka oyuncakla oynamaya başlıyor ama sonra bir an yüzündeki ifade hiç değişmeden o da bir çirkeflik yapıveriyor. (kaydırağın tepesinde başbaşa kaldıklarında itti mesela hafifçe Mina'yı) İlginç oluyor izlemek.

Buna bir örnek olarak bir önceki hafta bizi İstanbul'dan ziyarete gelmiş Akparagillerin cingöz oğlu (Poyraz'dan 2.5 ay küçük) Batu'nun elindeki biberona saldırışını izleyebilirsiniz.Buyrunuzzzz (buyurmadan şu açıklamayı okuyunuz: Poyraz biberonu kendi isteğiyle bırakalı aylar oluyor, yalvarsak da almıyor şimdi. Batu'nun biberonunu almak için uzun çabalarından sonra ona da bir tane verdik ve bakın bakalım işe yaramış mı)


Untitled from banu ozcelik on Vimeo.



Hafta sonları daha güzel oluyor tabi. Baba da evde. Gezmece tozmaca. Pazar sabahı sanırım yıllar sonra ilk kez yemeğe (kahvaltı da olsa) misafir çağırdık. İsrail'de evimizin mutfağından karşı apartmanın salon kısmı görünüyordu. Bu apartmandaki evlerden biri sürekli kalabalık misafir grupları ağırlıyordu. Masada uzun uzun oturuyorlar, muhabbet ediyorlar, gülüp eğleniyorlardı. Evin sıcak bir dekorasyonu ve ışıklandırması vardı. Biz Erol'la mutfak penceresinin önünde birbirimize sarılıp onları izliyor, Türkiye'ye dönünce hep eve misafir çağıracağımıza ya da birilerine misafirliğe gideceğimize söz veriyorduk. Burada provalara başladık. Pek de keyifli geçti bahçede kahvaltı keyfi. Gelenlerde de bolca çocuk vardı. Süper curcuna. Poyraz zevkten 4 köşe oldu hepsi kendinden büyük çocukların peşinde 'çocuklar, çocuklar' diye koşarken.

Dubai'de yaşıyor olmayı sevecek gibiyim. Ama Dubai'yi asla. Neden mi? Hımm, bir saniye.....


Yok, kontrol ettim de bu post uzamış, uzun olunca okumuyor kimse, onu ayrı bir yazı olarak yazayım. :)

Aslında yazıya Dubai analizi için başlamıştım ama önce genel havadisler de vereyim demiştim. Çenem düşük olunca asıl konuya gelemeden uzadı da uzadı. Bu da böyle ne yaptık ne ettik yazısı olsun. Hatta oldu, oldu da bitti....

1 Şubat 2011 Salı

kapkaranlık bir haftanın sonu

Daha önce tünelin ucunda ışık var diye yazmıştım. Ucundaki ışığa doğru ümitle ilerlerken tünelin başına yıkılması. Bu yıkıntıdan kurtulacak mıyız çabası. Son bir haftamı anlatmak istiyorum size. Ellerim titreyerek sıcağı sıcağına...

Geçen hafta bugün, beni 3 haftadır aramayan kardeşimle belki konuştururlar ümidiyle gemiyi ardım. Açan korsan birşey söylüyor ama anlayamıyorum bir türlü. Sonra daha bağırarak ve vurgulayarak söyledi. 'HE DIED. HE DIED. your brother died. 1 week ago. sorry' türkçesi: ÖLDÜ. KARDEŞİN ÖLDÜ. 1 hafta önce. Arada açlık ve hastalıktan diye de bilgi verdi.

Neler hissettiğimi, dünyanın bütün renklerini nasıl kaybettiğini, nasıl bir isyan acı ve öfke ile dolduğumu yazıp o anı tekrar yaşamak istemiyorum.

Hemen şirketi aradım. Onlar da gemiyi aradılar. Korsanlar 'yok öyle birşey aramayın gemiyi' dediler. Evet, öldü demelerinden iyi ama yanan yüreğime değil su bir damla bile serpemedi. Kaptanla konuştular, 'herkes iyi' dedi kaptan ama korsanlar yanlarında ben ne bileyim doğru söylediğini.

Kardeşim ölü mü değil mi diye debelenmek, bir bataklıkta çırpınıp durmak. Akıl yürütüyoruz sürekli,
- hasta olsa söylerlerdi mutlaka, lehlerine kullanırlardı durumu
- Fuat'ın öldüğü söylenen hafta bir başka türk eşini 2 kez aradı ve hiçbir şey ima etmedi. Üstelik türkçe konuşuyorlar. Mutlaka belli ederdi.
- neden ölsün! ölemez!

tamam biraz yatıştım dediğim bir akşam, nispeten sakin bir uykudan sonra sabah çok sevdiğimiz bir dostumuzdan bir mail: sabahin korunde yuregine bir agri saplandigini soyluyor, fuat icin.

orhan veli'nin siirini yazmis:

Ne duruyorsun be
At kendini denize
Geride bekleyenin varmis aldirma
Gormuyor musun her yanda hurriyet

'Fuat oradan cikacaktir mutlaka, ama bizle bir daha kagit oynamayacaktir…'

diye bitirmis mailini ve beni de.... İsmail, oku bunu da gör tam nasıl bir zamanda yazdın o maili!
Benim kendimce kurduğum bütün zayıf dayanma noktaları yıkıldı bir anda. Neden şimdi yazdı, neden kalbine ağrı saplandı, şiirin anlamı, neden bizle kağıt oynamayacak...
Komik bulmayın her cümleye bin anlam yüklememi. Tek yaptığım ipuçlarından ilerlemekti zaten.

1 haftadır şirket sürekli Fuat'ın beni araması için baskı yapıyor, korsanlar da sürekli kimseyi ailesiyle konuşturmayacağız diyor. Ben ise bazen kendimi birşey olmadığına ikna edip nefes alabiliyorum bazen de kulağımdan hiç gitmeyen korsanın sesi haklıysa düşüncesiyle eriyip bitiyorum. Dün gece neredeyse hiç uyumadım. Uyuduğumda hep Fuat'la ilgili rüyalar gördüm. Sabah Erol'a gücümü artık tükettiğimi söyledim. Daha fazla dayanamayacağım ama ne yapacağım bilmiyorum. Sanırım Poyraz olmasa bugüne kadar da böyle ayakta gelemezdim.

Sabah Poyraz'ı uyuttum. Odasında onun nefes sesinde deva ararken telefonum çaldı. Fuat! Ses çok kötüydü. 10 kere Fuat sen misin diye sordum emin olmak istedim. İyiymiş. Sanırım onun haberi bile yok olaydan. Dayanın inşallah az kaldı dedim. İnşallah dedi. Onun dışındaki sorularımı pek duymadı ama ben biraz sayıklıyor gibiydim zaten. Hasta olma, yemeklerini ye (sanki kreşe gidiyor da önüne verilen yemekleri beğenmiyor).

Bu arada bana Fuat'ı sorup manasız yanıtlar alan, benden hiç haber alamayan dostlar, bir haftadır ben böyle karanlık bir yerdeydim işte. Saçmalamam o yüzdendi. Şimdi döndüm hayata.

Tünelin ucunda hala ışık var. Biraz daha güçlü. Ona doğru ilerliyorum şimdi biraz kendim de daha güçlü olarak. Mevcut duruma şükredeceğim hiç aklıma gelmezdi, Somalili korsanlar sağolsun kardeşim onların elinde sağ salim diye mutluyum.

Şimdi tanrıya dualarınızla beraber benim sadist korsana da okkalı küfürlerinizi iletmenizi rica ediyorum. Yaratıcılığınızı sonuna kadar kullanmaktan kaçınmayınız!!!!


Not: Anneme söylemedim tabi ki bu olanları. O bu bloğu okumaz. Okuyan yakınlarımız, lütfen anneme anlatmayın. Aklına uzaklarda açlık ve hastalıktan ölmüş kardeşimin görüntüsü bir an bile düşmesin. Kaldırmak çok zor, artık doğru olmadığını bilsen bile.