31 Ekim 2010 Pazar

Beklerken...

Bu günler bekleme günleri...
Fuat'ın kurtulmasını bekliyorum en çok. Diğer önemsiz beklemeler için gerekli azıcık gücü bile tüketen bu bekleyiş sanırım. En azından kurtulması yolunda bir adım atılmasını, tünelin ucunda bir ışığın görünmesini. Şirketin para bulup bulmayacağının belli olacağı günü, Fuat'ın beni arayacağı günü (geçenlerde gözümü karartım ben aradım, korsan amca sorry daha dün konuştun dedi izin vermedi. Bir Somalili korsan tarafından sorry denmiş bir kişiyim ben )

Erol yine gitti. Onun dönmesini bekliyorum. Tek başıma çok zorlanıyorum. Çok.

Poyraz nezle oldu. O iyileşsin diye bekliyorum. (hasta olunca çekilmez olan tek çocuk Poyraz mı?)

Evimize taşınmayı bekliyorum. Çok bunaldık bu etrafı hep gökdelenlerle çevrili otelden. Evimize taşınmak, bunalınca bahçeye çıkıvermek, o da kesmezse parka gidivermek... Poyraz'ın adam gibi bir yatakta yatması.Yerleşik olmak.

Bir yardımcı bulmayı bekliyorum. 2 kere buldum, onların başlamasını beklerken ikisinde de pürüz çıktı (pürüz dediğim resmen sattılar beni, Filipinlerin havasına parasına kızına güven olmazmış!!)

Poyraz'ın yürümeye başlayacak cesareti bulmasını bekliyorum. Biraz daha bağımsız olmasını. Tek elle iş yapma uzmanı oldum. Her an ya kucağımda ya elimden tutmuş kendi hayatını yaşıyor. Beni kullanıyor resmen. Elimden tutup yürürken kendisinin yürüdüğünden o kadar emin ki benle kovalamaca bile oynayabileceğini düşünüyor. Evet, bunu yapıyor. Eleleyken benden kaçıp bu durumdan inanılmaz eğleniyor. Gülsem ağlasam mı şaşırdım!

Bugünler geçsin diye bekleyip duruyorum. Oysa yarının bugünden iyi olacağını kim nereden biliyor ki. Geçmişte de oldu hep gelecek aydınlık günleri beklediğim, her zaman daha iyi mi oldu herşey. Hayat bu, bir öyle bir böyle.

1-2 hafta önce dişinin verdiği huzursuzluk geçsin diye bekliyorduk. Öyle bir huzursuzluk ki yüzünü güldürmeyen, tabağımdan kaptığı kurabiyeyi yerken bile nedense ağlatan.




Sonra diş rahat bıraktı onu biraz, evde olmadık şeylerle eğlenir, gizli yerlere saklanıp saklanıp sevinir oldu.







Tam oh dedik, oğlumuz geri döndü, bu sefer düştü, çok kötü düştü ve ağzının acısı huzurumuzu kaçırdı. Ama 3 gün önce değil miydi, yine birşeyleri bekliyordum ve Poyraz iyiydi. Ağzının acısı azalmış keyfi yerine gelmiş İkea'da biz sırayla alışveriş yaparken o neşeyle oynuyordu. (İkea ayrı bir yazıyı hakediyor, daha sonra)

Oysa 2 gün önce de hastalandı işte. Bütün gün mızıldanıyor ve emmek istiyor. Emzik verdik, bir şansımızı deneyelim, belki tekrar başlar dedik. Çok komik geldi ona,emziği ağzına verdiğimiz an gülmeye başlıyor. Koca çocuk oldun bütün gün annenin memesinin emdiğine gülmüyorsun da buna niye gülüyorsun oğlum!!

O da geçecek, başka şey başlayacak. Çocuk dediğin böyle büyüyor. Anne dediğin de.

Poyraz'a haksızlık gibi geliyor sürekli gelecek günleri beklemek. O her gününü en iyi şekilde yaşamalı. Ertelenmemeli onun mutluluğu, düzeni, huzuru. Ama yapamıyorum. Oysa o yeni birşeyler görmekten deli gibi zevk alıyor ve herşeyi unutup kendinden geçebiliyor.




Oysa o annesi güler ve onu da eğlendirirse nasıl da güzel gülüyor.





Bazı günler için yaşanmasaydı da olurdu diye düşünüyorum bazen. O kadar zorlandım, o kadar keyifsizdim, olmasa da olurdu. Dün de öyle bir gündü oysa uykudan uyanıp bal gibi tatlı tatlı balığıyla muhabbeti de dün etmedi mi Poyraz! (Son günlerde huzurlu hissettiğim saylı anlardan biriydi, çekmeye doyamamışım, sonuna kadar 'bekle'meseniz de olur. )

Untitled from banu ozcelik on Vimeo.



Poyrazla yürüyüş yaparken binaların arasında, denize geçiş görüp (Burası deniz ülkesi sözde ama deniz kenarları kapalı hep, binalar var. ) hemen bebek arabasını kenarda bırakıp kumsalda yürüyüşümüz de dündü. (tabi ki elele) Deniz kenarına gittik ne güzel. Poyraz ısrarla havuz dedi, ben de kızdım ona, 'havuz böyle güzel kokar mı oğlum, böyle dalga olur mu havuzda, bu sonsuzluk hissi hangi havuzda var, denizin için canlı dolu sen biliyor musun, senin göbek bağın da denizin dibinde, denize havuz deyip delirtme beni' Eh, kızmadım tabi. Ama yumuşak yumuşak söyledim bunları. Denize ayaklarımızı soktuk sonra. Sonra geri döndük yine ana oğul, evimize. Poyraz etrafta yürüyen herkesi durup uzun uzun inceler, etrafta duyduğu tüm konuşmaları taklit ederken (bilmediğim diller konuşabiliyor oğlum), uzaklardan bile bir kahkaha gelse hemen ha ha ha diye onları taklit ederken, o yaşanmasaydı dediğim günün bir kısmı yaşandı. Hiç o anlar olmasa olur muydu!

Poyraz beklemiyor hiç bir şeyi, o büyüyor, gülüyor, ağlıyor, oynuyor. Beklemesin de.


Not: Bu yazıya başladığımda nerdeydim, şimdi nerde! (Murathan Mungan, bu şiire başladığımda nerdeydim, şimdi nerde mısrasından arak) Şu an daha iyiyim ama başlamıştım bu yazıya,zamansızlıktan ancak tamamlayabildim, atmak da istemedim...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Uyku eğitmenleri dünyasını sarsan son teknik - Yatır-Emzir

Tracy Hogg'un yatır kaldır yöntemini biliriz. Kimimiz denedi, başardı ya da başaramadı; kimimiz bulaşmadı bile. Uyku dünyası şu an Banu Bogg tarafından geliştirilmiş yepyeni bir buluşla sarsılmakta: Yatır- Emzir

Yöntem: Bebek (artık kendisi 15 aylık bir 'toddler' da olsa) memede uyutulur. Meme hala ağızdayken moonwalk adımlarıyla yürünür, yatağa yaklaşılır ve meme hala ağızdayken (bu çok önemli, lütfen atlanmasın) bebek yavaşça yatağa konur. Son anda memenin ağızdan çıkıp başın yatağa değmesiyle bebek feryadı basar. Bu noktada yapılması gereken hemen bebeği alıp tekrar memeye yapıştırmaktır. Burada seçenekler çeşitli:
- eğer hemen tekrar uyur gibi görünüyorsa yatağın yanında ayakta emzirilmeye devam edilir, böylece moonwalk aşamasının tekrar yaşanmasına gerek kalmaz
- çok uyandıysa (yataktan anında alınamazsa mümkündür) emzirme mekanına dönülür başlangıç pozisyonuna geçilir ve bebek uykuya daldığında tüm adımlar tekrarlanır.

Bu işlem 1 saate yakın sürebilir. Faydaları saymakla bitmez ama biz burada aklımıza gelen en önemlileri sıralayacağız:

- bebek uykusunun büyük kısmını memedeyken aldığı için sonunda yatakta uyumayı kabul etse bile çok kısa uyuyacağından, anneye yemek, temizlik ve neme lazım internet, dinlenme gibi kötü alışkanlıklarını uygulamak için zaman kalmaz. Anne tüm vaktini asli görevi olan anneliğe bizzat adamış olur.

- anne için denge, koordinsyon, kaba motor becerilerini geliştirme fırsatıdır. ayrıca sebep sonuç ilişkisi, sabır, stres altında performans gösterme gibi çok faydalı bazı yetenekleri de cilalanmış olur.

- annenin omurları hala sıkıcı orijinal düzeninde duruyorsa, onların birbirine girmesi, yamulması gibi etkileşimler sonucu yaratıcı şekiller almasına yardımcı olur, ne oldu yaratıcılık da gelişti!

- henüz nereye varacağına dair testler sonuçlanmadı ama bunun sonu gece ve gündüz uykusunun tamamının memede gerçekleştirilmesine varabilir ki bu attachment parenting ekolünün kelimenin tam anlamıyla (attached olmuş (birbirine eklenmiş) anne-bebek)gerçekleştirilmesi, bir annenin varacağı nirvana durumudur.

- (sonradan eklenen bir fayda): bu yöntem uyku rutini gerektirmez. böylece anne-bebek arasında önceden belirlenmiş kurallar, ritüeller gibi yapay, resmi; ilişkiye soğukluk ve hatta monotonluk getirebilecek bir paylaşım kalmaz., ilişki doğaçlama ve zaman zaman sürprizli bir mücadele şeklinde akar, gider. zira uygulayanlar görecektir ki rutinli ya da rutinsiz bu tekniğin sonucu veya süresi değişmez.

Hangi durumlarda uygulanabilir:

Bebek kendisi bunu talep edecektir. Savaşmayınız, yatır-emziriniz.

Gereklilikler:

Annenin muhtaç olduğu asil kudretin damarlarındaki kanda mevcut olduğu gibi muhtaç olduğu asil sütün de memelerde mevcut olması iyi olur.

Blog anneliği

Bir önceki yazımda, ah bu blog işi bana uygun değil mi, aman ben işi yapabilir miyim, neden blog falan diye debelenirken, Annelerin Dünyası'nda da blog anneleri nedir ne değildir konusu işleniyor. Henüz blog annesi sayılmayacağımdan o konuda laf etme haddini bulmamıştım kendimde ama benim yazdıklarımla arada hafiften de olsa bir bağ olduğunu sonradan farkettim. Takipteyim, bakayım ben uyuyor muyum tanımlara. :)

19 Ekim 2010 Salı

neden blog ve ilk mimim

Yenidogan bloğum ilk mimini aldı. Mim benim gördüğüm anladığım kadarıyla şöyle birşey, sen birşey yazıyorsun, hadi şunlar şunlar siz de yazın diyorsun, onlar da yazıyor falan. Saadet zinciri, fikir paylaşımı, blog örf adet ve geleneği. Moodswing mimlemiş beni. Konu blogun en çok okunan ilk 5 yazısı, benim zaten aşağı yukarı 5 yazım var ama yine e merakla baktım. :) Ama bu vesileyle biraz bloggerlığımı da sorguladım.

Aslında ben blog yapmaya uygun bir kişi değilim bence. Evet derdimi yazarak anlatmayı seviyorum ama huyluyum. Mesela birşey yazmayı düşünüyorum, ay bunu hiç adını sanını bilmediğim insanlar okuyacak deyip vazgeçiyorum, sonra başka birşeyi de amanın bunu tanıdıklar okuyacak diye iptal ediyorum kafamda. Ya da yok yok bunu yazarsam bilmemkim çok sıkılır ya da bunu yazarsam annem üzülür falan. Hayır öyle çok derin şeyler düşündüğümden ya da yazacağımdan değil, gayet, ev, poyraz, dubai ekseninde, bu kadar gündelik konularda bile böyle bir debelenme hali.
Hayır bir de vaktim yok, şu an bunu yazıyorum ya muhtemelen ocaktaki yemek yanacak, kafamda annemin sesi çınlayacak: 'sakın 2. çocuk yapma, buna bile bakamıyorsun' Ya da zaten daha yemek yanamadan Poyraz uyanacak. Geceleri çok geç (benim uyku saatimden geç) uyuyor bu ara, gündüz uyurken de yemek ve ortalığı toplama ile geçiyor. Yazıları öyle sallapati yazıyorum ki utanıyorum halimden. Ama aklım başımda değil ve hep bir telaş halindeyim. Bugün Erol'un doğumgünü olduğunu otelden odaya Mr. Goctu'nun dogumgunu kutlu olsun diye kurabiye getirdiklerinde farkettim. Onu bile ilk anda anlamadım, yanlış biliyorsunuz diyecektim.
Bir de şu yaptığını beğenmeme hali. Millet neler yazıyor bloglarda, çocuk büyütmeye ve hayata dair. İtiraf edeyim çocuk büyütme konusunda bir felsefem tam oturamadı daha. Yani birgün yazsam, ay Poyraz'ın ince motor becerileri biraz zayıf, çocuklarımızda bunu nasıl geliştirebiliriz konulu (ne önereceksem artık) yazacakken, ertesi gün çocuğumuz gülümsüyor mu mühim olan o bee, konulu yazabilirim. Hayata dair var tabi aklımda dönen şeyler, ömrümü ev arayan bir Poyraz'ın annesi olarak geçirmedim, biz de sorguladık, biz de okuduk ettik de vallaha billaha aklıma gelemiyor hiçbirşey bugünlerde artık. Ya da ne bileyim bakıcılardan dolayı kapitalizmi, korsanlardan dolayı sömürüyü falan sorguluyorum, oralarda takılıyorum hep.
Ha bir de diğer blogları takip edememe mevzusu var, içim gidiyor içim, sanki herkes muhabbette ama ben kaçırıyorum gibi. Ama kaçırıyorum! Oğlumu zor yakalıyorum.
Bir dee ben sosyal bir kişi değilim ki, hani bu yazıyı diyelim ki 10 kişi okuyor, çık o 10 kişiye anlat bunu deseniz elim ayağım karışır heyecandan. Mesela burdaki kadınların bir yahoogroupu var, üye olunca kendini tanıtman bekleniyor. Ben öyle 2 cümle, yarışmacılara başarılar tadında yazıvermiştim. Biri geliyormuş ülkeye, ne coşkulu ne renkli anlatıvermiş kendini. Niye o değil de ben blog yapıyorum ki!
Neyse hepsini düşünüp düşünüp sonra kendime blog yapmamın amacını hatırlatıyorum: gelişmeleri merak edenlere anlatmak. Vaktim oldukça, iş değil bu. Her aklıma geleni yazmasam da olur, aklımda bekleyen yazılar beklese de olur, olduğu kadarıyla. Bizden bu kadar!

Şimdi de istatistikler:

1. en çok okunan: Sıra Poyraz'da (he he asıl merak edilen o demek ki)
2. evler, içindekiler, dışındakiler (eh o da hızlı değişen bir gündem tabi)
3. dubai ilk izlenim (dubai de ilk izlenimde kaldı, oysa 1-2 avm daha gördüm, var yazacaklarım :) )
4. bir iki üç başlaaa
4. ta ta ta taammm ev bulduuuk (ühüüü, yalan aşkımız)

Aşkımız bir yalanmış ama...

Nazlı kızla aşkımız yalan çıktı. Onla evliliği daha geç bir tarihte yapmak isteyen bir aileye gönül verdi. Mevcut sevgilisiyle biraz daha takılmak istiyormuş. Biz de peşinden koşacak değiliz hemen arayışa geçtik. Bakalım yeni bir aşk bulacağız elbet.

Yine bahçeli bakıyoruz. Hülya, dediğin gibi sırf o his bile yeter bence de. Burda, Poyraz'ın çimlerde delirdiği günün ertesi sabahı, pencereden baktım uzun uzun, çimlik bir alan görür müyüm diye, hayır yok! Sadece binalar ve müstakbel binalar (inşaat). Bir de yine aceleyle yazarken atlamıştım, daha önceden aklımda olan , mutfak dolabıydı, tuvalet musluğuydu derken unuttuğum, çok önemli bir sebebi daha vardı bahçeli ev istememin. k.i.s.d.'nin şu yazısını görünce hatırlamıştım: bahçede domates, roka falan yetiştirmek istiyorum, hem tazecik yiyelim hem de poyraz toprağın nelere kadir olduğunu görsün, üretimi yaşasın (aslında sanırım sadece 'oğlummm koparma onları, aaa yeme toprağı' falan şeklinde gelişecek ilişki ama olsun ben derin anlamlar yükleyeyim)

Neyse erken sevindik, sonra evin olmadığını öğrenince ben depresyona bile girdim ama sonra günlerdir bir şey yemeyen Poyraz, Başak'ın tariflerinden yaptığım yemekleri mis gibi yedi (mutluluğu oğlunun yediği lokmaya endeksli kafayı yemiş türk annesi), yeni evler gördük falan, depresyondan çıktım.

Ha bir de Poyraz artık İkea arabasıyla kendi gezinmeye başladı. Kapıp sokağa bile çıkardım onu arabayla öyle olunca. Ben çok eğlendim seyrederken, peşinde koşmaktan tam çekemedim ama işte bu da olayın kaydı...


arabayla gezinti from banu ozcelik on Vimeo.

17 Ekim 2010 Pazar

Ta ta ta tammmm ev bulduuuk

Ev bulduk. Aslında bu ev ilk bulduğumuz evlerdendi. Pek beğenmiştik de, ev için şirketin verdiği bütçemizin tamamını kullanmamız gerekiyordu. (eşyalara para kalmıyor) Bir yandan başka evlere bakıp hiçbirini sevemezken bir yandan da bununla pazarlık etmeye çalışıyor ve reddediliyorduk. Ara ara da önünden geçip geçip bakıyorduk, iyi mi keyfi yerinde mi diye. Seni uzaktan sevmek aşkların en ekonomiği!!


Bir de hala aklımızı kurcalayan Marina bölgesinde kalma alternatifi vardı. Şu anki otelimizin olduğu bölge. Yürüyerek, restaurantlar, alışveriş merkezleri, marketler falan filan. Baya şenlikli bir bölge. Burada bahçeli ev yok ve biz özellikle Poyraz'ı düşünerek bahçeli ev olsun istiyorduk fakat buraya geldiğimde konuştuklarım burda hava bahçeyi kullanmaya çok izin vermiyor, pek anlamı yok falan deyince, offf aklımız karıştı. İnatla burada ev bakmadık ama aklımızın bir kenarında acaba duruyordu.

Bu acabaya en güzel cevap dün Poyraz'dan geldi. Yine ev bakarken... Baktığımız evlerden birinin karşı tarafında park gibi bir yer vardı. Emlakçıyı beklerken oraya gittik. Biz parka yoldan yürümeye çalışarak girdik fakat girer girmez Poyraz çimlere basmak istedi. Yoldan bizi hiç yürütmedi. Hem çimlerde koştu (koştu derken, ele koştuk tabi ki. kuşlaar,çiçekleeer, laay laay lommm) ve mutluluktan kahkahalar attı. (annem kesin her zaman dediği gibi 'bu çocuk doğayı çok seviyor' demiştir şimdi)

Dün herşeyden mutsuzluk çıkarma günümdeydim. Çocuk günlerdir 4 duvar arasında, otel-alışveriş merkezi dışında birşey görmüyor, bir çime hasret kalmış diye karalar bağladım. Erol da, yürüyen merdiven görünce de koşuyor, değişik geldi mutlu oldu, trajedi yaratma dedi bana. Ama olsun ben negatif günümdeydim, trajedimi içimde büyüttüm. İşin duygusal boyutu bir yana evet, adam gibi bahçesi olan bir ev tutacaktık. (hayatımızda bahçeli bir evde bir daha zor otururuz üstelik) Aslında bunu da artık biran önce yapsak iyi olurdu.


Erol bu sabah aradı, ev sahibi indirim yapmıyor ama (o fiyatı veren başkaları da var, biliyorduk) bizi kabul ediyor dedi. Başka hiçbir evi o kadar sevememiştik. Gönül bu, ucuza da konar pahalıya da, bu sefer bunu seçti. Yere 2 minder atar, yaşar gideriz artık. Bir terslik çıkmazsa evimiz olacak nazlı kızın bahçesinden bir foto aşağıda!

Bekleriz efendimmmm



14 Ekim 2010 Perşembe

Özlediklerimiz

Annelerin Dünyası'nın anneleri bu hafta özlediklerini anlatıyor. Bütün anneler eskiden yaptıkları ne kadar çok ve ne kadar güzel şeyi artık yapamıyor ama hiçbiri de şikayetçi değil. Poyraz'dan önce okusam bu kadınlar ya deli ya yalancı derdim ama şimdi anladım sadece anneler. Bilmiyorum, belki annelik de biraz da delilik halidir. E ben de pek farklı değilim tabi. Benim özlediklerim de burda

13 Ekim 2010 Çarşamba

Sıra Poyraz'da

Blogun adı 'Poyraz ve başka şeyler' ama Poyraz'a sıra gelemedi. Aslında onu yazacağım ne zamandır ama yine onun yüzünden yazamıyorum. Çok meşgul ediyor beni, olacak şey değil!!! Ama teyzemler dönecekmiş Çandarlı'dan, annem blogu onlardan izliyor, onlar ordayken yetiştirmeliyim. 1 haftada çok malzeme çıkaramadık tabi, ama olduğu kadarıyla anlatıyorum.

Poyraz artık 15 aylık. 1 ay önce tek başına adım atmaya başladı ama hala yürümekten korkuyor. İlla elimizden tutup yürümek istiyor. İkea'dan itilen bir yürüme arabası aldık, daha paketliyken ınnn ınnnn diye yapıştı ona hemen kurduk, çok da seviyor ama elele kullanmamız gerekiyor. Bıraktım ilk gün elini, hadi gelebilirsin dedim, gelebiliyor ama nasıl kızgın nasıl mutsuz, kıyamadım artık elele geziyoruz; araba, Poyraz, ben. Bom bom diye çarpa çarpa.

Yürüme yok ama bu aralar çenesi pek düşük. Tam bir papağan. (bunu birine telefonda söylediğimde arkadamdan papa diyor mesela) Konuşuyor değil hala tabi ki ama sesleri taklit etmeyi seviyor. Mesela, balıklı havuza ekmek atmaya gidiyoruz, o taş atmaya çalışıyor. 'hayır, hayır' diyorum. O da 'hayır, hayır' diye diye atıyor taşları. Pek çok yeni kelimesi de var. Anne, baba, meme, kitap en sevdiği kelimeler. Hızlı hızlı bir yere giderken (elele tabi ki) tavşan görürse mutlaka ta diyor, at görürse at, bez görürse be. Meme emerken memeye nağmeler şeklinde emiyor. Memeee, mEme, mememe, meeeeme... yazarak anlatmak zor tabi ama hepsi farklı ezgilerde memeler. İlk 'anne'yi de emerken söyledi. Emmeyi bıraktı bir an, baktı gözümün için 'anne' dedi. 'oğlum' dedim. 'anne' diye cevap verdi. O günden beri böyle, anneler memeler eşliğinde uykuya geçiyoruz. Dün akşam Erol gelmemişti onu uyutmaya çalışırken. Bu sefer baba da eklendi. Durup durup 'baba?' diyor.
-Baba yok oğlum işe gitti
- baba. işe
- evet baba işte
- anne
- anne burda tatlım, baba da gelecek
- baba işe..... meme
- evet meme emip uyuyacağız
- eee ee
Muhabbetten uyuyamadık. O arada, Erol beklenenden erken çıktı geldi. Ah, onun sesini duyunca yüzündeki ifadeyi görmelisiniz. Dünyada böyle bir sevinç hali yok herhalde. Kahkahalar atıyor mutluluktan. Babası aldı kucağına onu. Hemen 'Kitap, ınnn ınnn' dedi Poyraz. Arabalı kitabı okuyacakmış babası. Erol ellerini falan yıkarken biz meme muhabbetine devam ettik. Bir süre sonra babası geldi ve Poyraz hemen 'kitap' dedi. Unutmamış, beklemiş, babası gelip kitap okuyacak.

2 tane konuşan Poyraz videosu yüklemeye çalışacağım. Biri anne-baba. Tam uyumak üzereyken, arabada.
Diğeri de bugün. Uykudan uyandığı sırada su bırakmaya gelen abiyle beraber abi emeye başladı ve hiç durmadı. Ben de o şiş gözlü, 3 tel saçı dağılmış haliyle videosunu çektim ama asıl komik olan sonrasında ben bu videoyu izlerkenki tepkileriydi. Videodaki ben konuşurken eğilip ağzıma bakmaya başladı, bu ağız kığırdamıyor bu ses nerden çıkıyor diye! Sonra ordaki bütün söyle denen şeyleri söyledi, videodaki Poyraz'dan önce. Kuzu, emirlere pek itaat ediyor

uykudan uyanmış poyraz konuşturulurken from banu ozcelik on Vimeo.




Taleplerini sözle dile getirince çok ilginç oluyor. Mutlaka yapmamız gerekir gibi bir hisse kapılıyoruz. Medeni bir şekilde anlattı ya. Mesela geçen gece tam yatmak üzereyiz, Erol 'ben bi Poyraz'ı aşağı indirip getireyim' dedi. Kapıya gidip atta demiş, kırmak olmazmış. Bu ara böyle canı gezmek isteyince kapıya ya da bebek arabasına gidip atta diyor. Bunu o yaşta pek çok çocuk yapıyordur herhalde ama dediği an evden çıkması gerektiğini düşünen başka anne baba var mı bilmem!!! Ya da mesela ayakkabsını bulmuş 'giyiyoo, giyiyoo' diyerek giymeye çalışan oğlunu güneşin batışını izler gibi izleyen....
Bu ara bebeklikten çıkıp çocuk oluyor sanki. Bir bakıyorum masanın altında geziyor, bir bakıyorum gitmiş televizyonu açıp kapatıyor. 'Gapat' falan diyerek kendi kendine. Bebeğim değil de çocuğum var gibi. Bir de anne demeye başlayınca, yemek yaparken biri arkamdan bana anne diye sesleniveriyor. 'Aman bana mı dediniz?' demek istiyorum. Ben bir oğlan çocuğu tarafından anne diye çağırılan bir kadın mıyım artık. Ne güzel.


Köpek dişlerinin hepsinin ucu çıktı, uzamaya çalışıyorlar. Azılarda da beyaz beyaz tehlike sinyalleri görünüyor. (biri zaten çıkmıştı) 2 gecedir daha iyiyiz ama gecelerimiz bir felaketti. İştah da. Bu ara hikayeyle yiyor yemeğini. Mesela at dıgıdık dıgıdık koşuyor, 'iiihiiiiiihiii nerde benim yemeğim' diyor. 'al at kardeş, çorban' diyorlar, at (poyraz) hammm diye yiyor. Bütün hayvanlar yerine yiyor yavrum. Geçen gün Erolla muhabbete dalmış, hikayeyi kesmişim. At, at diye talep etti benden. 'Devam et anne' diyor. Emrin olur dedim başladım hemen ihiiihiiiii.... Karnı doyunca ya da yemeği sevmezse tavrı çok net artık. Eskiden ağız kapanırdı, şimdi tüm tükkanı kapatıyor. Zinhar bir lokma yemiyor fotoğraftaki pozisyona geçtiyse ve ne yaparsam yap yüzünü bize dönmüyor, eğlence için bile.

Biraz fazlaca hassas bir çocuk oldu sanki. Mesela geçen sabah, hayal kırıklığı içinde 'aaa bulaşık makinesini çalıştırmayı unutmuşum' dedim, baktım dudaklarını bükmüş. Benim de ağlayasım vardı aslında ama onu teselliye giriştim. Çok hasta olduğum sabah 'Erol n'olur gitme, ben bugünü tek başıma nasıl çıkarırım' dediğimde de büküldü o dudaklar, gözler doldu. İnsanın üzülmeye de hakkı yok yani onun yanında. Gariptir mutluluğu da öğrenmiş. Erolla yüzüyorlardı havuzda. Erol'a sordum, 'nasıl Poyraz mutlu mu?' diye, cevap Poyraz'dan geldi 'ha ha ha ha'. Mutlu olmanın ne demek olduğunu ve bunun kahkahayla ifade edileceğini nerden öğrendi gerçekten bilmiyorum. Sanırım bu yaş tamamen gözlem ve kayıt yaşları.

Türkiye'de etrafta sevdiği çok insan olduğundan herhalde yabancılara ilgisini kaybetmişti. Burda yine sıkıcı annesiyle başbaşa kalınca, başka insanlarla iletişim kurma merakı başladı. Asansörde bir başkası varsa Poyraz kesin başını eğe eğe onla göz teması kurmaya çalışıyor. Gizemli yabancı -kaçışı yok- ona bakınca da gülüp başını omzumuza gömüyor. Taktik süper, ilişki için bir adım at sonra kaç. İleride kız tavlarken işe yarayacak mı bilmem asansördeki yabancıları güldürüyor. Ah ama bir kişide çalışmadı bu taktik. Bir alışveriş merkezinde, çarşaflı bir kadınla yanyana bir krokiye bakıyorduk. Poyraz kucağımda başını eğdi eğdi olmadı, göz teması zor, çarşaf yanları da kapatmış. Sonunda belinden tamamen büküldü. Neredeyse düşecek. Kabullenemedi kadının onu görmemesi bakmamasını, ne hallere girdi. Bel sağlığı için orayı terketmek zorunda kaldık sonunda.
Yabancılarla ilişkisi ona ingilizce de öğretecek sanırım. Yes, no, thanks tekrar etmeye çalıştığı kelimeler. (geçen gün uykudan 'no no no' diye uyandı) Ama 'hallo' dediklerinde, alo dediklerini sanıyor, elini kulağına götürüyor hemen.

İlk günler hastalık, diş, yeni yer falan pek iyi değildi keyfi. Dün ne yapsam kahkaha atıyordu. Ütü için yardımcı bir kız gelmişti, Filipinli. Arada ben yemek yaparken falan da Poyraz'la ilgilendi. Kızcağız, çok çekingen, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen bir kızdı. Poyraz nedense bayıldı ona, ne yapsa (pek birşey de yapmıyordu) kahkahalarla güldü. Pembe çoraplarından gözünü alamadı 'ayaa ayaa' (ayak), gözleri de ilginç geldi herhalde, cüüzüü cüüüzüü (gözü), kızı analiz etti durdu. Kızcağız parmakla gösterilip durdukça iyice huzursuz oldu yazık. Türkiye'de özellikle Çandarlı'da tam ona göreydi ortam. Etraf sevdiği insanlarla dolu. İstanbul da iyiydi, özellikle Şen ve Asya'ya (ikisinin de adını söylüyordu) bayılıyordu. Geçen gün burda 'Asya de bakalım' dedik, yine gözleri parladı. Hem kendi adıma hem onun adına özlüyorum herkesi.
Ama burda da bulacağız neşemizi, bulmaya başladık bile yavaş yavaş. Beraber büyüyeceğiz. Poyraz çoğunlukla bu blogda büyüyecek galiba...

10 Ekim 2010 Pazar

Evler, içindekiler, dışındakiler...

Günlerdir o ev senin bu ev benim geziyoruz. Poyraz uzun sabah uykusunu hep arabada uyudu, Erol'la ya sırayla baktık evlere ya emlakçıyı nöbetçi bıraktık yanına. 'Aaa, bir ev daha var', 'aman ev sahibi yarım saat gecikecek'lerle bir sürü öğünü atlandı çocuğun, zaten pek yemiyordu da, o memnun olmuştur herhalde.


Ev konusunda hala karar veremedik. Hepsi 3 aşağı 5 yukarı benziyor da, onun mutfağı, bunun bahçesi, onun bakkalı karıştı iyice aklımız. Daha var ama bakacaklarımız.


Evler genel olarak güzel. Bizim baktıklarımız, bahçeli evler. Kocaman siteler, içnde birsürü bahçeli ev olan. Sitenin havuzu falan. Genelde expatlar yaşıyor bu evlerde. Benim en önemli kriterlerimden biri etrafta insan olup olmaması. Birinin ev sahibine bile sordum, komşularla arkadaş mısınız diye. Arkadaş istiyorum kardeşim. Ortalıkta insan yok genelde ama havuzdu, kulüptü bir yerlerde oluyor birileri. Çaktırmadan birilerine yanaşabilirim oralarda galiba :))


İlk baktığımız ev Filistinli bir ailenin eviydi. Gerçi ben Pakistanlı anlamış ve aa zaten eşyalarda da çok Pakistanlı havası var diye düşünmüştüm. Harikayım! İngilizce, işitme ve eşyalardan analiz hepsi birbirinden merdane (merdane mi denir gerçekten) Erol daha sonra söyledi Filistinli diye. 'İsrail'den geldiğimizi söylemedin degil mi?' dedim, söylememiş tabi ama Filistin'e gittiğini söylemiş. Adam hayatında hiç gitmemiş Filistin'e. Gidemiyormuş tabi. Bazı ülkelerden pasaportun yoksa izin vermiyormuş İsrail. Filistin'de yaşayan Filistinlilerin sıkıntılarını biliyoruz da ülkesine giremeyen Filistinliler olduğunu kaçırmışım. Ne zor. Ülkeni hiç görmemek, gidememek. Dünyada bu durumda olan yalnızca Filistinliler değil tabi. Bir yere ülkem demek ama aslında senin ülken olmaması. Zor hepsi zor.

Konu dağıldı, aslında yazacağım evlerle ilgili birşeydi. İlk bu Pakistanlı havası olan Filistinli evinde farkettim -ki bu ev bana sorarsanız dünyadaki en büyük evdi. :) (bizi aşıyor zaten) Bir sürü kocaman oda. Ferah, güzel döşenmiş, güzel yerlere bakan, içinde mutlulukla yaşanması planlanmış. Bir oda hariç. Maid's room (hizmetli odası) Oda 2-3 metrekare falandı galiba. Küçücük bir pencere. Tuvalet penceresi gibi. Çamaşır odası da odanın hemen yanında. Koca evde bir orası kalmış makineleri gürüldetecek. Kendi küçük bir banyosu tuvaleti de var ki ev halkı rahatsız edilmesin!! Alt kattaki her odadan sadece yarımşar metrekare alsalar Maid's room da insan odasına benzerdi. Hadi bunu yapmamışlar, pencere niye öyle. Dışarıyı görmesin mi, ya da dışarıdan görünmesin mi! Ne oluyor, nasıl bir ilişki hedefleniyor!

Bunu o evin bir garipliği sanmıştım, ama sonra gördüm ki durum bütün evlerde böyle. Yardımcı konusu zaten aklımı karıştıran bir konu (sonra yazacağım) evlerin bu durumunu görünce iyice şaştım kaldım. Aynı çatı altında nasıl bir adaletin bu mu dünya hali! Ne yapmalı bilemedim, onca ev, onca bahçe, onca oda baktık benim aklım, kalbim o en küçük odalarda kaldı hep.

Ev aramalarda ne halde olduğumuzu yazayım dedim konu nerelere gitti. Özet olarak bakmaya devam ediyoruz, eşyasız tutacağız galiba. Eşyalı pek yok. Burda İkea'nın ev planlama danışmanlığı diye bir hizmeti varmış. Gelip bakıyorlar, evi İkea'dan döşüyorsunuz, onlar kuruyor falan. Nispeten ekonomik ve pratik olabilir. Bu hafta sonuna kadar bizim ev işi çözülür, ay sonu gibi de taşınmış oluruz umarım.

Bizim ev işi haftasonuna kadar çözülür de ülkelerine gidemeyen ve o küçücük odalarda kalan insanların durumu bir gün çözülür mü onu bilemedim.

Somalili Korsanlar

Somalili korsanlar işinden herkese bahsetmemiştim. Başta gizli olarak öğrendim zaten. Gizli tutmam gerekti. Sonra açıklayabileceğimi öğrendim ama çok üzülüyordum, konuşasım yoktu konu hakkında, çok az kişiye söyledim. Ama blogu okuyunca öğrenenler detayları soruyor tabi. :) Konu da ilginç bir konu aslında, yazayım dedim.

Genel olarak Somalili Korsanlar: Özellikle bakmadım internette falan nedir bu iş diye. Bir kere bakayım dedim, kötü bir fotoğraf gördüm; korkunç ve eli kocaman silahlı adamlar vardı, yakalanmışlar. E Johnny Depp mi bekliyordun diyebilirsiniz ama ne bileyim biraz daha sevimli hayal etmiştim. Bir de kötü bir haber gördüm; Mayıs'tan beri tutsak olan bir Yunan gemisinin kaptanının karısı kocasının ve diğer çalışanların ne kadar zor durumda olduğunu anlatıyordu. Kocasının 15 günde bir aramasına izin veriyorlarmış. Neyse, bunları okuduktan sonraki günlerim çok kötüydü ben de kendim araştırma yapmamaya karar verdim. Ama pek bi kültürlü arkadaşlarımdan aldığım bilgiler var tabi.
Genel bilgim: Somalili korsanların ideolojisi: Siz bu pek çirkin kapitalist ticaret düzeninizin mallarının taşıyıcısı gemilerinizle bizim denizlerimizi kirletiyorsunuz, biz balıkçılıkla doyuyoruz, balıklarımızı öldürüyorsunuz, zaten yıllardır da Afrika'yı sömürüyorsunuz, biraz haraç isteriz.
Kendisi akademik kariyerinin yanında bana da uluslarası ilişkiler danışmanlığı yapan (kuzeninin cahil kalmasına seyirci kalamıyor) sevgili Birsen dedi ki: Evet başta fakir balıkçılar başlattı ama iş artık daha profesyonel bir hal aldı. (bu arada gerçekten öyle profesyonel bir hal almış ki mesela bu korsam amcaların .ingiltere.2de avukatları var, şirketlerle pazarlıklarını takip eden, yürüten) Şu anda bu korsanlar içerdeki savaşı finanse ediyor. (savaş??) Somali'de bir iç savaş var. Şu an Somali'de dünyanın tanıdığı devlet aslında hiçbir hükmü olmayan bir devlet, hatta Somali bir süredir 'yok devlet' olarak kabul ediliyor. Asıl hükmeden savaşçı örgüt (adı Şeriatlı birşeydi) silahlanmak için ihtiyacı olan parayı korsanlardan alıyor. Yani aç korsanlar aldıkları haracın bir kısmıyla kendini doyuruyor, bir kısmını da örgüte veriyor, böylece rahatça at koşturuyorlar.
Canım arkadaşım Sibel dedi ki (bir konferansta denmiş ki): Bu iş aslında doğuda yükselen ekonomiyi biraz baltalamak isteyen ABD ve İngiltere'nin işi. Doğuya geçiş yollarında bir sıkıntı yaratmak faydalı oluyor. (ne kadar doğru analiz edecek kapasitem yok ama bu ülkeler göz yummasa bu kadar elini kolunu sallayarak gezemez korsanlar gibi geliyor)
Kuzen Kazım (kendisi Fuat'ın gemicilik şirketinde bu operasyonları yürütüyor gibi birşey)dedi ki: Bu adamlar yakalansalar da tek yapılabilen Somali'ye teslim etmek, e orda da bir ceza almıyorlar.

Fuat'ın durumu: Sömürü, ekonomi, ideoloji falan büyük laflar ama bizim küçük dünyamızda benim küçük kardeşimin hayatını birebir etkileyiverdiler. Fuat kaçırılan gemide miço (galiba) olarak çalışıyordu. Şef mef birşeyler de olmuştu sanki ama gemicilik kariyer basamakları hakkında çok bilgim yok. Bukowski misali her türlü ilginç işi deneyen ama özünde sinemacı olmayı hedefleyen benim zıddım ama canım canım canım kardeşimin son dönem icra ettiği meslek buydu. Onların gemisi 8 Eylül'de kaçırıldı. Korsanlar X para istiyor, şirket Y para veririm diyor. İkisinin arasında dağlar var. Ortada buluşulana kadar olan bizim miçolara oluyor.
O günden sonra Fuat'la 2 kez telefonla konuştuk. Arayamaz diyorduk ama ben bir ümitle bekliyordum. Ararlarsa yanlarında korsanlar olacağını, ingilizce konuşacağını ve benim onu zor durumda bırakacak birşey söylememem gerektiğini bilerek bu stresle telefon her an yanımda bekliyordum. Sonra bir gün aradı
- Abla ben Fuat
- Fuat merhaba, iyi haberlerinizi alıyoruz çok seviniyoruz (çabucak, ezberlenmiş, TV kadın programlarını aramış gibi bri ses tonuyla)
- ........?????? tamam, iyi. (noluyo ya tonlamasıyla)
- İyisiniz değil mi?
neyse Fuat normaldi de benim normal konuşmam biraz vakit aldı. İyiyiz dedi ama genel olarak. 1 hafta sonra falan tekrar aradı. Korsanların onlara çok iyi davrandığını ama geminin genel haliyle ilgili sıkıntılar (yatak, yemek, su) tabi ki olduğunu söyledi. Kağıt falan oynuyorlarmış korsanlarla. Bizle bir dertleri yok, bizi tehdit falan da etmiyorlar, bu iş aylar da sürebilir, ben bunu kabullendim dedi.
2 hafta kadar önceydi. Sonra bir haber alamadım. Kazım kaptanla konuşmuş, iyilermiş.
Fuat'la konuşunca bir rahatlıyorum sonra araya zaman girince yine ruhum sıkılmaya başlıyor. En kötüsü çaresizlik. Çok nüfuzlu insanlar olmasak da ne olsa ille bir tanıdık birşey buluruz.
Hastalık olur, komşumun, eltisinin yengesi çok iyiymiş bu konuda ona bi git deriz. En iyi doktorları en iyi ilaçları bulmaya çalışırız.
İş arayan olur, eniştemin, kayınçosunun bakkalının kardeşi milletvekilinin şoförüymüş, onla konuşacak deriz. Hani bir işe yaramaz bunlar genelde de olsun birşey yaptık sanırız, elimiz kolumuz bağlı oturmayız.
E şimdi ne yapmalı? Somalili Korsanlar Birliği Başkanını tanıyan var mı aranızda? Ya da Somalili korsanları sevelim yaşatalım derneğinin özel kalem müdürü kimdir? Hadi hepsini geçtim 1 tane Somalili tanıyan var mı aranızda?
O kadar bize uzak, o kadar dışımızda bir dünyada oluyor ki bunlar. Binip Somali'ye gitsem bile diye düşündüm. Poyraz'ı bırakamam, onla gitsem, 'dayiiiii' dese geminin dibinde, insafa gelir mi adamlar. Sanmam!

Hiç karakterime uygun değil ama eğdim başımı oturdum bekliyorum. Bekliyoruz. 7-8 ay bile sürebiliyormuş pazarlıklar.

Aklına bir çare gelen var mı????

4 Ekim 2010 Pazartesi

dubai ilk izlenim

benim için dubai otel odamız ve yakınlardaki alışveriş merkezinden ibaret. onları anlatacağım şimdilik. israil'deyken ödev yapar gibi çalışmıştım, tarihine falan. burda daha hiç birşey okumadım dubai ile ilgili. yapayım ama başlayayım, ilginç şeyleri buraya da yazayım

neyse otel odası ve alışveriş merkezi perspektifinden dubai

- sıcaaaaak, hala çok sıcak, dışarı çıkmak akıl işi değil
- bizim bölgede (marina) deli gibi gökdelenler var. garip mimarili ve gökdelen olmayan yerde de gökdelen inşaatları. ama herşey son derece düzenli, muntazam (ikisinin anlamı aynı mı bilmiyorum, muntazam pek güzel vurguluyor gibi geldi)
- burdaki alışveriş merkezi küçüklerden biriymiş ama gayet büyük. şık. ama fiyatlara ürünlere falan bakmadım sadece süpermarketi gezdim bir de oyuncakçıdan (early learning center)poyraz'a türkiyedeyken beğendiğim ama taşıyamayız diye almadığım bir oyuncağı (traktööör)aldım
- süpermarkette herşey ingilizce. hatta yerli olsan ,ingilizce bilmesen işin zor ve herkes ingilizce konuşuyor. bölge ile de ilgili tabi ama bu kadarı da ilginç bence...
- süpermarket süper. herrrşey var. israil'den sonra tam bir bolluk ülkesi. bir de otele taşımana yardım etme servisi var ki bize iyi oluyor.
- alışveriş merkezinde çocuk/bebek oyun alanı var. İsrail'de çok sevdiğim diada gibi (ama burası çok temiz anne) Çok sevindim görünce. Ama şimdi hastalığımız başka yavrulara bulaşmasın diye gidemiyoruz. Haftaya başlarız)
-sıcak dedim ama şöyle bir sorun da var kapalı yerler de çok soğuk. poyraz'ı alışveriş merkezine girerken, girdiğimiz saniye ve santimetrede, giydirip, çıkarken de aynı hassasiyetle soyuyoruz. nasıl hasta olmuyorlar burda bilmiyorum. kışık kıyafetlerimi getirsem olurmuş (anne, odada klimayı açmıyoruz, ilk geldiğimizde çok soğuktu, kapattık hemen, hala çok ısınmadı, yalıtım iyi bir de güneş almıyor herhalde ondan, gözünaydın)
- aa bir de şortlu, dekolteli falan bir sürü kadın gördüm, yine bu bölgeye özel olabilir ama kıyafet olayı baya serbest galiba. ama nasıl giyilir şort anlamıyorum. kapalı yerlerde donuyorum ben. değiş tonton deyip mevsimi değişen kıyafet lazım burda bana.

rezalet ama şimdilik bu kadar

otelimiz

Tam otel değil aslında. Residence mı denir acaba. Bizim kaldığımız daire 2 oda bir salon, İstanbul'daki evimizden büyük. Poyraz'ın odasında kendi televizyonu, banyosu var, paşam!! Mutfak, küçük ama kullanışlı. Ama malzeme yok hiç tabi.Çok zorlanıyorum. Bir evde ne çok nesne olduğunu, bir basit çorba yaparken bir ne çok alet kullanıldığını, aletsiz kalınca farkediyor insan.

Poyraz çok sevdi. Yadırgamadı hiç. Salonda onun oyuncaklarına köşe yaptım, gidiyor istediği kitabı alıyor okuyor, istediği oyuncağı alıyor oynuyor (böyle yazınca da sankı öööyle ayrı ayrı takılıyormuşuz gibi oldu, tabi ki hayır bunları benim dibimde bana yapışık yapıyor) Yatağı küçük biraz ama diğer yataklardan daha çok uyanmıyor (iyi uyuyor demeye dilim varmadı ama çok da kötü değil) Yani yadırgamadı. İyice göçebe oldu yavrucak.

Çocuk olmak da gıcık bir durum aslında. Laylay lom takılırken, asyaaa, şen falan bayılırken birilerine, bir anda hadi oğlummm vuuuya binip gidiyoruz diye geliyor ebeveynler, hoppala yepyeni bir evdesin. Hiçbirşey yokmuş gibi de hayat devam ediyor. Neyse anne baba yetiyor onlara galiba. Böyle zamanlarda, belki saçma ama, iyi ki hala emziriyorum diyorum. Onun besini, sakinleştiricisi, pek sevdiği şey, geliyor onla hep. İyi geliyordur diye düşünüyorum. Ama diyorum ya iddialı değilim, belki de saçmalıyorumdur.

Bu arada ikimiz de hastayız. Galiba ben daha hastayım hem de. (salı itibarıyla ben daha iyiyim poyraz daha iyi değil) Zorlanıyoruz ama geçecek.

Şimdi fotolar (özellikle annem için bi ordan bi burdan çektim, manzaraların bulanık oluşu balkona çıkınca rutubetten fotoğraf makinesinin objektifinin buğulanmasından kaynaklanıyor)






poyraz'ın odası:


manzara ve salon-mutfak












...mi denizde bir gemi fa gemide bir tayfa..

yolculukta en hüzünlendiğim (hüzün hafif kaldı) an dubai'ye yaklaşırken aşağıda gemilerin ışıklarını gördüğümüz zamandı. Fuat'ı düşündüm. Işıkları yanıyor mu acaba gemilerinin, simsiyah bir boşluğun ortasında, bir başlarına, hayır değil korsanlarla, ne yapıyorlar, onlarınki nasıl bir hüzün hali ya da ne bileyim su derdinden can derdinden hüzün falan akıllarına gelmiyor mu...
ona ulaşamamak, soramamak, hiçbirşey yapamamak,hiçbirşey
kötü geldi o an
sevmedim o gemilere bakmayı

Bir kenti böylece bırakıp gitmek...

Valizler ortalıkta, misafirler gitmiş, Poyraz evde daraldı. Sokak kapısına yapıştı gidelim diye. Erol valizleri indirmek için evden çıktığında peşinden gitmeye çalıştı. Arabalarını paspasa bırakıp düştü yola...





Giderken arabada Cem ve Tuğba'nın hediyesi kitabını verdik. Bayılıyor zaten ona, yarım saat falan sanki dünya siyasi tarihini okur gibi çatık kaşlarla inceledi. Rahat geçti yani yol!









Sonra havaalanı. Serdar geldi havaalanına. Pasaport kuyruğunda beklerken bir el sallayanımız oldu. Hastaydı o da. Öpemedi hiçbirimizi ama el salladı. Ne kadar da iyi geldi.

Endişeli düştüm yollara. Başlıktan devam edersek 'içimde bin kaygı binbir soruyla'. Aslında genelde kısa vadeli çözülecek şeylere odaklanmıştım, o zaman çok derin hisler içine girmiyordum da evde ibranice bir şey görüp çöpe atarken, of dedim, yeni diller, yeni alfabeler, 2 yıl önce ne heyecanla İsrail'e gidiyorduk, 2 yıl anlamasak da İbranice ile yaşadık, şimdi o zinhaaar, yasak. Arapça giriyor hayatımıza. Aman neyse ordan burdan bir anda aslında sadece aman otelde nasıl yemek pişecek, aman ev nasıl bulunacak, nasıl yerleşecek falan değil baya baya yaşamaya gidiyoruz biz oraya diye anladım. Anladım da anlatamadım. Ama işte anlayınca zorlandım biraz. Onu anlatmak daha da zor.

Havaalanında işler yolunda gitti.Poyraz yine millete yanaşma, şirinlik yapma modundaydı ama bu olay beni o sabah görüp, gülmekten öldüğüm Zaytung'daki haber yüzünden huzursuz etti. Valla da billa da etti. İnsanların hepsi o adam gibi düşünüyor gibi geldi. Haber de şu işte: http://zaytung.com/video.asp?videoid=2&ref=nf

Sonra uçağa bindik. Allahtan Poyraz'ın burun tıkanıklığı sorun yaratmadı inişte ve kalkışta. Kavanozda zeytinyağlı taze fasulye ve bulgur pilavı taşımıştım yanımda. Yedi 3-5 kaşık. Sonra bi koşturdu uçakta (tabi ki babasının elinden tutarak), yan koltuktakilerle muhabet kurmaya çalıştı (kızları vardı, gözünü alamadı onlardan). Tam uyku saati geldiğinde bana doğru koşup ötmeye başladı. Mesaj alındı, meme kalkanları kaldırılsın dedik ve poyraz cork cork emip anında uyudu.







Vaktinde sayılabilecek bir şekilde kalktık, öyle de indik.Uçaktan indiğimizde yüzümüze vuran sıcak hava uçağın motorlarındandır canım dedim. Sonra anladım, değilmiş.

Uçaktan inerken Poyraz uyandı ve suratında mest olmuş bir gülümseme ile etrafı incelemeye başladı. Havaalanı süreci de öyleydi. Ya rüya sandı herşeyi ya da 'olm, ben bu saatte hep uyuyordum meğer o sırada neler oluyormuş' diye büyülendi. Bundan sonra her gece uyanıp aynı eğlenceyi ister diye korktum ama neyse ki olmadı öyle birşey. Herkese gülümsedi, el salladı, tüm valizlerin tekerleklerini çevirdi. (ah zaytung yaktın beni orda da) Sonra otele gelene kadar da uyumadı, arabayla otele gelme safhası dahil.


İlk kez Emirates ile uçuyorduk. Bebeklilere ön koltukları ayırıyorlarmış. (iyi birşey) Poyraz'a beşik verdiler, ucu ucuna sığdı. Yani ayaklarını falan kıvırarak. 45 günlükken İsrail'e gittiğimizde de uyumuştu onda, içinde kayboluyordu. Erol'la bakıp bakıp duygulandık ama sonuna kadar orda uyumadı tabi,bir yerden sonra kucağımdaydı. Oh mis. Ha Emirates'i yazıyordum. Oyuncak veriyorlar bebeklere hediye. Kukla falan birşeyler. Hoş olmuş. (bu da iyi birşey) Ön koltuklarda koltuk arası kollar kalkmıyor. Bu da kötü birşey. Bir dahaki sefere en ön koltuk almam ki Poyraz rahatça yatsın kucağımızda. (bu Emirates kısmını tamamen bloglarda herkes birşeyler yazıyor ya, öğretici, faydalı falan, öyle olsun diye yazdım)









Bir İki Üç Başlaaa

İlk yazımı Türkiye'deki son günümde yazacaktım. Bir yandan valizler yerleşirken, Poyraz hastayken, gelen gidenler ve hepimiz heyheyliyken. Bunları söyleyecektim. 'Ülke değiştiriyoruz, Poyraz hasta (nezle), Fuat'ın (kardeşim) gemisini korsanlar kaçırdı, böyle başlayayım, bundan sonra hep bunların nasıl iyiye gittiğini yazayım' diyecektim. Bu kadar, basit bir başlangıç. Blogun adı da 'Poyraz annesi ve diğerleri' olacaktı ama blogun adı konusunda evde muhalefet kıyameti koptu. Şen (kuzen), Cem (Erol'un kardeşi), Tuğba (Cem'in eşi) vay efendim nasıl da ikimizi merkeze alıyormuşum, tam oğlunun üstüne titreyen anne halleriymiş, Erol'u bile nasıl diğerlerinin içine koyarmışım falan filan. Eh dedim, yok size blog falan.
Valizleri toplamaya devam ettim, havaalanına gittik, uçağa bindik, Dubai'ye geldik, arada ben de hasta oldum, 2. gün oldu zorlayıp kendimi başlıyorum. Çünkü memleketten sual ediyorlar ne var ne yok diye, en kolayı blogla anlatmak olacak. Bu bahane de sağolsun uzun zaman niyetlendikten sonra şimdi bloglandık. Tasarım falan başka bahara ama.
Bakalım devamı nasıl gelecek...