28 Aralık 2010 Salı

Poyraz'ın Gözüyle Şeyler

Poyraz son dönemde bir anda etrafta bizim görmediğimiz şeyleri görüyor. Süt kafası mı bu derken dikkatli bakınca biz de bulmaya başladık onun söylediklerini, bir kısmını sizle de paylaşalım...

Heyecanla 'Ördeek ördeek vak kak kak' dediğinde parmağının bir kardanadamı (elbette gerçek değil) ya da bir alıştırma bardağını işaret ettiğini görebiliyoruz.

Kahvaltıda 'gemiii, yüzüyoo' diye masada sürüklemeye başladığı



aslında bir yumurtalık,


veya restoranda masaya oturup bizdem 'gemi' diye heyecanla talep ettiği



aslında peçeteler.

Odaya girip 'öpüstü öpüstü' (otobüs) diye koşmaya başlıyor, biz 'n'oluyor' diye bakıyoruz ve



hedefin evimize emanet bırakılmış tekerlekli bir valiz olduğunu görüyoruz.

Yemekte bir anda 'abara ııın' diye gitmeye başlıyor,




veya 'at dıgıdı dıgıdı' diye koşmaya





tabağını önüne koyduğumda 'balıı yüzüyoo' diye sevinince



benim gördüğüm tabağa öylesine koyduğum közlenmiş kırmızı biber oluyor

Ama benim yaptığım bir resim hakkında aramızda şöyle bir diyalog geçebiliyor



- oğlum bu ne?
- bu ne?
- sen söyle ne bu?
- söyle
- oğlum bu gemi
- gemi

(aradan 10 dk geçer, hırslı anne kontrol yapmak ister ve resmi tekrar gösterir)

- oğlum biz buna ne demiştik?
- hi (merhaba)
- niye hi diyelim çocum. neydi bunun adı
- poyzaz (poyraz)
- eee, gel ben sana çiçek resmi yapayım!

26 Aralık 2010 Pazar

Emzirme Reformunu Elbette Destekliyorum!

1.5 yıldır tam gaz emziren bir anne olarak şu an blog dünyasında dolaşan konu olan emzirme reformu konusunda bana mim gelmese de yazayım diyordum ama aklımdaki pek çok yazı arasında sırasını belirleyemiyordum. Bugün farkettim ki aslında ben zaten mimlenmişim de blog takip etme disiplinini edinemediğimden farketmemişim. Sevgili Sena ve Selen, bana sorumluluk verip, diğer yazıları bırakıp önceliği buna vermeme yol açtığınız için teşekkürler.

Soruları yanıtlamaya geçmeden önce, bloğu olmayan anne arkadaşlarımdan rica ediyorum, siz de bu soruları yanıtlayıp bilgi@emzirmereformu.com adresine gönderirseniz reform çalışmalarına siz de önemli bir katkıda bulunmuş olursunuz.

(1) Türkiye'de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı sizce yüzde kaç? (*)
Bu mimle beraber oranı öğrendim ve çok şaşırdım. Kesinlikle çok daha yüksek olmasını bekliyordum.

(2) Siz bebeğinizi ne kadar süre anne sütü ile beslediniz?
Bebeğim ilk 6 ay sadece anne sütü ile beslendi. Şu an 17.5 aylık, hala emziriyorum ve 2 yaşına kadar emzirmeyi planlıyorum.


(3) Kaç ay doğum izni kullandınız?

Hamile olduğumda zaten çalışmaya ara vermiş durumdaydım. Hala da çalışmıyorum. (Ancak çalışırken çocuk sahibi olsaydım şartlar izin verirse en az 1 yıl ücretsiz izin kullanmayı düşünüyordum)

(4) Yasal süt izninizi kullanabildiniz mi?
-----


(5) Emzirdiğiniz ya da süt iznini kullandığınız için iş yerinde mobbing (tepki, işi bırakmanız için baskı) ile karşılaştınız mı?
-----

(6) Bebeğinizi toplum içinde, dışarıda emzirmeniz gerektiğinde sıkıntı yaşadınız mı?

Bebeğim zor emen bir bebek olduğundan dışarıda emzirmeyi çok tercih etmiyordum, onun yerine sağıp biberonla veriyordum. Ancak daha düzgün emer duruma geldikten sonra hep dışarıda da emzirir oldum. Başlarda emzirme önlüğüyle. Oğlum önlüğü işlevsiz hale getirmeye başladığında ben artık tişört ve hatta omuz pozisyonlarıyla bile gerekli gizliliği yaratabilir olmuştum. Her halukarda konuya rahat yaklaşmaya çalıştım. Sonuçta çocuğumu besliyorum, bunu ters karşılayan olursa da tamamen kendi sorunu olurdu, genel olarak da herhangi bir olumsuz tepki ile karşılaşmadım.



Burada üzerine çok konuştuğumuz bir anımı da aktarmak istiyorum. Kudüs, El Aksa camisini ziyarete gitmiştik. Örtünmek o bölgeye girerken gerekli, o camiye girerken ise çok hassas bir konu. Örneğin annemi yakası biraz açık kalmış, boynunun kenarı görünüyor diye uyarmışlardı hemen (başı kapalı oluğu halde). Ancak camide oturup bebeğini emziren (emzirme önlüğü falan da olmadan tabi ki) kadınlar son derece doğal karşılanıyordu. Hepimizin çok hoşuna gitmişti bu. Bebeğini beslemenin kutsallığı, mekanın kutsallığının ötesine geçiyor ve anneyi ve bebeği her durumda dokunulmaz yapıyordu.

(7) Emzirme konusunda desteğe ihtiyacınız oldu mu? Gerek emzirme danışmanlığı, gerekse psikolojik olarak yeterince destek bulabildiniz mi?

Ben doğumu Amerikan Hastanesinde yaptım. Orada yapıp Beyhan Hemşireyle tanışmasaydım ve bizimle Dr. Hilda ilgilenmeseydi emzirmeye devam edemezdim çok büyük ihtimalle. Doğduğunda hemen emmeye başlayan oğlum ve hemen süt üretmeye başlayan memelerim harika bir ikili (3lü mü demeli :) ) olmuşlardı ama daha sonra Poyraz fazlaca dolan memelerle başedemez oldu. Taburcu olduktan sonraki hastane ziyaretimizde emzirme seansımızı uzun uzun izleyip soruna çözüm geliştirdiler, benimle beraber uğraştılar emzirebilmem için. Daha sonra da telefonla destek aldım Beyhan Hanım'dan. Emzirme konusunda sorun yaşayan kişiler danışacak bir uzman bulabilse bu işi yarıda bırakmış pek çok anne devam edebilirdi.

(8) Emzirdiğiniz süre boyunca etraftan "sütün yetmiyor, mama ver, bu çocuk meme emmek için çok büyük” şeklinde baskı gördünüz mü?

Sütün yetmiyor konusunda hayır. Poyraz iyi kilo alıyordu, çok soru işareti yoktu. İlk günlerde Poyraz'ın emerken kaka yaptığını gören bir yakınımız, yanımda duran anneme 'sütü cılk, yaramaz' demişti. Kötü bir niyeti yoktu aslında, bir tespitte bulunuyordu. Beni etkileyeceğini düşünememişti. Neyse ki ben hemen doktora sorup bunun normal hatta iyi bir durum olduğunu öğrenip rahatladım.

Şu anda emzirmeyi bırakmam konusunda baskı var üstümde. Baskı demeyeyim de tavsiyeler o yönde :) Ama bunda benim gerekli disiplini sağlayamadığımdan beslenme ve uyku konusunda sorunlar yaşıyor olmamızın etkisi var. Ben de 'biz böyle mutluyuz' diye yanıtlıyorum tavsiyeleri. :)


(9) Emzirme Reformu’nu biliyor musunuz? Sizce Emzirme Reformu neden gerekli?

Çalıştığım dönemde işyerinde tuvalete girdiğimde yan tuvaletten garip bir ses gelirdi bazen. Birinin epilasyon falan yaptığından şüphelenirdim. Sonrada öğrendim ki bir arkadaşım sütünü sağıyormuş.
Bir gün sağlık odasındaki doktoru görmeye gitmiştim. Tanımadığım biri sağdığı sütleri buzdolabına getirmişti. Doktor, 'siz çok iyi bir annesiniz, çocuğunuz çok şanslı' dedi. O zaman doktorun kadını tanıyıp da bu yargıya vardığını düşünmüştüm.

Oysa şimdi anlıyorum ki, çalışırken bebeğin için en iyisi olduğuna inandığın anne sütünü verebilmek büyük mücadele gerektiriyor. Bu mücadeleyi vermemeyi seçmek kesinlikle kötü annelik değil ama anneleri böyle bir mücadele vermek zorunda bırakmak kötü bir devlet uygulaması. Devletin her yerde ilk 6 ay sadece anne sütü diye propaganda yapması şu haliyle sadece çalışmayan anneleri hedefliyor diye düşünüyorum.

Bebeğinin ilk dönemi her anne için büyülü olduğu kadar zorlu da bir dönem. Emzirmeme tercih hakkına saygı ile beraber emzirmek isteyen annenin her türlü kurum ve kişi tarafından desteklenmesi ve gerekli alt yapının sağlanması gerekmektedir. Bu, kadının toplumdaki yeri, insan sağlığı, medeni bir ülke yaratmak gibi konularda kafa yoran herkesin meselesi olmalıdır.

(10) Emzirme Reformu'nu web sitesinde desteklediniz mi? Destek olmak için http://emzirmereformu.com/ adresindeki formu doldurmanız yeterli.

Evet destekledim.


(*) Türkiye’de ilk altı ay sadece anne sütü alan bebeklerin oranı yüzde 1,3. (Kaynak UNICEF Türkiye). Annelerin yüzde 98'i doğumdan sonra emzirmeye başlıyor, fakat ilk iki aydan sonra genel emzirme sorunları veya işe başladıklarında yaşadıkları sıkıntılar nedeniyle emzirmeyi ve anne sütüyle beslemeyi sonlandırabiliyorlar.

24 Aralık 2010 Cuma

vermekten acayip mutluluk duyulan hediyeler

Hediye vermek güzel şey zaten. Özellikle zorunluluktan ve iki araya bir dereye sıkıştırıp almadıysan, gerçekten içine sinen bir şeyi aldıysan ve hele de üzerinde emeğin varsa.

Eski işimden (yeni işim yok zaten) çok sevdiğim bir arkadaşımın 2. kızı oldu. Ben uzaklardayım tabi. Arada İstanbul'a gidiyoruz ama onunla İstanbul'un 2 ucunda oturuyoruz, her seferinde mutlaka görüşelim deriz, sonra aman Poyraz şöyle yaptı aman Deniz böyle yaptı derken görüşemeyiz. Biliyorum ki ben 2. bebek Mercan'ı ziyarete uzun süre gidemeyeceğim. Ama bir şeyler yapmak da istiyorum, onları düşündüğümü göstermek.

Sonra, sağ tarafta 'çocuk odasına resimler' diye linkini gördüğünüz muhteşem şeyleri yapan kisd'in kapısını çaldım. Anlattım bu tatlı aileyi, facebook'tan arak fotoğraflarını da paylaştım. O da heyecanla Deniz ve Nihan'ın gür ve kara kirpiklerini de atlamadan resmetti onları bir hayal bahçesinde. Hem resmi hem de onun neler düşünerek bu resmi yaptığını çok güzel anlatmış sitesinde.

Nihan çok sevinmiş hediyeye ama K.i.s.d. ve benim kadar sevindi mi emin değilim :)))

21 Aralık 2010 Salı

Birşey Yapalım Ama Tatmin Olmayalım

Bir kitapta okumuştum (buna benzer birşeyi, cildi parlak... n'oluyor! cem karaca çık aradan) kapitalizmle ilgili meşhur bir metafor varmış, ama ne okuduğum kitabı hatırlıyorum ne de bu meşhur metaforun kime ait olduğunu. Neyse, sanki halk türküsüymüş gibi anlatacağım artık, yapacak birşey yok. Kapitalizmi bir at arabasına benzetiyor bu kişi. Ancak atlar değil insanlar çekiyor arabayı. Arabada oturanlar ve çekenler belli zaten. Bazı fazlaca engebeli yerlerde arabada oturanların kendini aşağı düşmüş ve arabayı çeker duruma geçmiş bulduğu oluyor ama tersi durum çok daha seyrek gerçekleşiyor. Arabada oturanlar çekenlere her zaman kötü davranmıyor, hatta 'ah canım, senin de işin ne zor, kıyamam, al bak bir parça ekmek' gibi sevgi şefkat ve 'yardım' çalışmalarında da bulunuyor. Ama hiç bir zaman gel sen otur arabaya ben çekeyim demiyorlar. Oturanlar ne kadar ekmek verirlerse versinler birileri oturuyor, birileri de arabayı çekiyor.

Yardım, bağış vb. kampanyalar olduğunda hep bunu hatırlarım ve biraz içim burulur: Ah canım, alın ekmek veriyorum size, ne kadar iyiyim ve duyarlıyım!!

Ama sonra da kendime, dünyada e-mail adresi olan herkesin bilip çeşitli durumlar için kullandığı denizyıldızı hikayesini hatırlatırım. 'bu kadar deniz yıldızı nasıl kurtulacak ki? şu deniz yıldızını görüyor musun, bu kurtuldu'

Sonuçta yaptığım şu olur: sevdiğim, inandığım yardım kampanyalarına denizyıldızı hikayesini düşünüp katılmak ama at arabasını da düşünüp asla bunla tatmin olmamak, 2 havale yaptım diye kendimi bir b.k yapıyorum sanmamak. Çünkü bireysel olarak hayat standardımda herhangi bir düşüş bile yaratmadığım gibi evrensel olarak da dünyanın bozuk düzeninde bir çarkı bile düzeltemedim aslında. Çok istediğim birşeyin olması için adaklarımı bu tarz yardım konularında adarım, baba beni okula gönder çok sevdiğim bir kampanyaydı mesela ama bunun beni dünyanın adaletsizliğini sorgulamaktan, çözüm ihtiyacının farkında olmaktan alıkoymasına izin vermem. 5-10 kıza burs sağladım diye Türkiye'deki kadınların sorunu çözüme yaklaşmış gibi bir yanılgıya girmekten çok korkar ve kaçarım mesela.

Bu tarz kampanyaların denizyıldızının durumu nedeniyle çok güzel olduğunu ama insanları tatmine sürükleyip çözüm aramaktan vazgeçirme gibi (böyle bir arayış olduğunu varsayarsak) genel tehlikeleri olduğunu da düşünmekten kendimi alamam ama yine de iyi kampanyaları gücüm yettiğince desteklemek isterim.

Bu kadar lafı şunun için ettim. Şu anda sevdiğim 2 kampanya var, madem bloğum ve milyonlarca izleyenim var ben de duyurayım dedim. :)

Katılmanızı ama tatmin olmamanızı öneriyorum. Çok iyi insanlar olmayacağız ya da dünyayı da değiştiremeyeceğiz ama bu kışı üşüyerek geçirecek bir çocuk palto sahibi olacak, bir yetiştirme yurdundaki çocuklar anlamlı aktiviteler yapacaklar.

http://durubugunneyapti.blogspot.com/2010/12/galip-ozturk-sevgi-evleri-ve-cocuk.html

http://hulyanintunasi.blogspot.com/2010/12/dunyay-guzellik-kurtaracak-bir-cocuga.html



Not: Yazdıklarımı tekrar okudum da, sanki yazıyı bitirip bir feminist mitinge oradan da yeni kurmakta olduğum siyasi partinin toplantısına gidecekmiş gibi bir havada yazmışım artiz gibi. Yalan çok yalan, gazete bile okumuyorum doğru dürüst ama bundan ve pek çok şeyden rahatsızım. Evet yaptığım tek şey rahatsız olmak.Aferin bana di mi? :)

19 Aralık 2010 Pazar

Başka Bazı Şeyler

Poyraz ve başka şeyler başlığının ‘başka şeyler’inde ne haldeyiz, bugün anlatayım; asıl oğlan Poyraz’ı sonra. (Bu bizi tanımayanlar için sıkıcı bir yazı olacak, tamamen sarıkız minik buzağıyı sütten kesmedi tadında ne olup bittiğini anlatacağım, baştan uyarayım.)

Fuat: (o da biraz asıl oğlan oldu galiba) İlişkilerinin başında beraber kağıt oynayacak kadar muhabbette oldukları korsanlar istedikleri paradan herhangi bir haber gelmeyince elerindeki tek koz olan gemi personelini zorlamaya başladılar. Yemek, su, ellerindeki psikolojik ve fiziksel diğer imkanlar. Şirketin hala parası yok, korsanlar hala para istiyor. Biz (kuzenim Birsen ve ben) çalmadık kapı bırakmadık, gördüğümüz kadarıyla bu durumu bu şekilde yaşayan ilk gemi Fuatlar değil, armatörde para yoksa izlenen yol bu. Korsanların eninde sonunda ‘tamam be ne haliniz varsa görün’ demeleri bekleniyor sanırım. Ama korsanlar o zamana kadar her şeyi deneyecekler. Bana biraz Amerikan gençlik filmlerinde gördüğümüz yarışı hatırlatıyor: 2 genç arabaya biner uçuruma doğru gaza basar, ilk frene basan kaybeder. Şimdi korsanlar ve armatör arasında bu oyun oynanıyor ama riske atılan kendi canları olmayınca daha cesur olabiliyorlar.
2 hafta önce çok çok kötü bir konuşma yapmıştık. Bugün tekrar aramış, ben sonradan gördüm. Aradığımda korsanlar çıktı tabi ve adam ağır bir Afrika aksanıyla konuştuğundan anlamadım ama Fuat’ı vermedi. Bir de o sırada yanımda olmayan Erol’a arattım, ona vermişler. (maço korsan!) 2 haftadır benim Fuat’a sormak istediğim sorular ve vermek istediğim bilgilerle kafasını ütülemekte olduğum sevgili kocam hiçbir soru sormayıp, vereceğim bilgilerin de onda birini vererek telefonu kapatmış. 2 hafta daha beklemedeyim bakalım.

Dubai’de yaşam: Evimize yerleşeli 1 aydan uzun oldu. İlk taşınırken aldıklarımızla yaşam devam edebilince başka hiçbir şey almadık. Dolayısıyla ev oldukça ruhsuz ancak ruh katacak zaman yok, bütçe bulacağımızı varsaysak bile. Ama mutluyuz. Evimiz dediğimiz bir yerde yaşamaktan. Poyraz da alıştı. Ev bahçeli evlerden oluşan bir sitede. Yeni Dubai’nin geneli gibi burada da bir Truman Show havası var. Gerçek olmak için fazlaca düzgün ve temiz. Henüz gökyüzüne çarpacak kadar uzağa gitmedik gerçi ama umuyoruz ki bizim buralar gerçek.
Bunun dışında, İsrail yerine burayı tercih etme motivasyonumuz olan, daha çok arkadaş sahibi olma umudu, fazlasıyla gerçekleşti. Pek çok insan var etrafımızda kimi önceden tanıdığımız kimi de yeni tanışıp seviverdiğimiz. ‘Gurbetçi’ olma halinden olsa gerek çabucak samimi olunuveriyor. Çocuklu olma ortak durumu da işleri hızlandırıyor sanırım. İyiyiz ama bu açıdan çokca.
Bir arkadaşım Dubai mi Tel Aviv mi diye sormuştu mesajında, ona da buradan yanıt vermiş olayım: Arkadaşlıklar açısından evet kesinlikle burası. Şehir olarak karşılaştırınca ise:
Tel Aviv yaşayan bir şehirdi. Daha pis, daha düzensiz ve hatta daha az estetik ama hayat dolu, inanılmaz canlı bir şehir. Gerçek bir şehir. Sokaklarında kaybolayım desen her köşede karşına bir sürpriz çıkan: Harika bir kafe, çok ilginç şeyler satan bir dükkan, üstünde heykelcikler olan bir eski ev, sokakta ayaküstü jazz konseri veren bir grup… İnsanlar sokaklarda, kafelerdeydi hep, insan gürültüsü vardı arabadan çok. Bisiklete binenler, köpek gezdirenler, koşanlar, çocuklarıyla gezenler. (İsrail’i bu şekilde anlatırken çok zorlanıyorum. İsrail’in politik yönü ve Filistin sorunu hiç yokmuş gibi. Ama ben aslında İsrail’i anlatmıyorum, buradan önce yaşadığım bir şehir vardı, orayı anlatıyorum. İsrail kavramı bunun ötesinde ve benim elbette ki konum ama bloğumun konusu değil, en azından şimdilik)
Dubai ise tamamen binalardan oluşan sokakta yürüyen insanın neredeyse hiç olmadığı, sosyal hayatın devasa alışveriş merkezlerinde ya da sitelerin çocuk parklarında yoğunlaştığı bir şehir. Bir de eski Dubai kısmı var ama orası da bizlerin genelde turistik amaçlı gittiği bir bölge (ben de gittim ve yazacağım da aah ah) Bıraksam kendimi yollara, keşfetsem şehri gibi bir romantizme kapılacaksan bir arabaya ihtiyacın olduğu kesin ve GPS de fena olmaz. Yani bence aslında çekilir şehir değil Dubai. Ama çocukla olunca şehrin sunduğu kolaylıklar ve imkanlar kritik olabiliyor. Bu imkanlar ve arkadaşlar sonucunda evet memnunuz burada olmaktan.

Biz: Biz de iyiyiz. Ben bol bol dertleniyorum blogda, görüyorsunuz. Erol da iyi. Çalışıyor, ama İstanbul’da değil de burada çalışmanın avantajı, hem sabahları hem akşamları Poyraz’la oynama fırsatı buluyor. Bol bol seyahati oluyor. Bu durumdan en şikayetçi benim yine bildiğiniz gibi. Üniversitedeki ev arkadaşım Bahar hatırlatmıştı, ben hatırlamıyorum, o zamanlar ‘ileride evlenirsem bir kaptanla evlenmek istiyorum, seyrek görüşelim’ diye bir hayalim varmış. (Tabi o zaman ticari gemi meslekleri sülalemiz sınırlarına girmemişti ve ben de Somalili korsanların varlığından habersizdim.) Oralardan kocası 2 gün yok olsa mızıldanan bir kadın haline nasıl geldim bilmiyorum ama oralara olmasa da orta bir noktaya tekrar ulaşacağımı umuyorum.
Dubai’deki hayatımızla ilgili en büyük hayal kırıklığım ise artık yaparım dediğim kendime ait bir alan yaratabilme durumunun hala çok uzak olduğunu görmem oldu. Poyraz’dan bağımsız zamanlar ve beyin hücreleri yaratmak ve biraz bugüne biraz geleceğe yönelik bir şeyler yapabilmek istiyordum. Öncelikle beyin hücreleri kısmıyla ‘Türkiye’ye döndüğümüzde ben ne yapmak istiyorum’a karar verip sonra o konuda kendime yatırım yapmak. Ama bir süre daha Poyraz’la madden ve manen ayrılmaz bir ikili olmaya devam edeceğiz gibi görünüyor. Evde bir yardımcımız var. (bu konuyu da yazacaktım) Poyraz da onu çok seviyor ama ben de yanlarındayken. Tuvalete gittiğimde bile arıza çıkarabiliyor. İletişim kuramamak onu rahatsız ediyor galiba biraz. Ne de olsa konuşmayı ve dinlemeyi seven bir arkadaşımız kendisi. Gerçi bugünlerde hafif hafif gönül rahatlığıyla tuvalete gidebilir oldum. Bu hızla seneye markete de gitmeye başlarım! Yani bir süre daha Poyraz’ın anneliği dışındaki kimliklerim kayıp ve hükümsüz kalmaya devam edecek.
Poyraz doğduğundan beri bir filmi baştan sona izleyecek konsantrasyon ve uyanıklık seviyesini yakalamakta zorlanıyoruz. Bu sıkıntı için diziler mükemmel ilaç. Bu ara Sopranos’u izlemeye başladık. Emin yazmıştı, o zamandan beri aklımdaydı. İlk 4 bölüm itibarıyle çok beğendiğimi söyleyebilirim.
Kitap okumayı bırakmadım. Ama çok yavaşlattım ve konsantrasyon problemimi göz önüne alarak akıcı kitaplar seçmeye başladım. Ama kendime dönüş operasyonu kapsamında en azından okuma konusunda eskiyi yakalamaya çalışayım dedim. Hız olarak mümkün değil ama içerik olarak. Okunmamış kitaplarım da geldi İsrail’den, ne zamandır okumayı istediğim İlyada’ya başlayacağım. En son Ahmet Ümit Bir İstanbul Hatırasını okudum. Kendi türünde (polisiye) güzel bir kitaptı bence.


Bizle ilgili ‘Başka şeyler’den haberler bu kadar. İyi haberlerle karşınızda olmaya devam etmeyi umuyoruz!

18 Aralık 2010 Cumartesi

depresyon annelere lüks-annelerin dünyası yeni yazı

Aklımda ve hatta blogger taslakta bazı yazılar var. Yazmak istediğim. Ama bir süredir bir türlü elim gitmiyor. Zaten hiç vaktim yok. Doğumgünümü yazdım, mızmızmızzz. Fuat meselesinden dolayı bayağı keyifsizim aslında bir süredir. Normal bir hayat yaşıyorum ama mutlu hissedemiyorum. Felsefi anlamda mutluluk nedir, mutlu insan nedir sorgulamalarına girmekten bahsetmiyorum. Hani sadece 'ay çok mutluyum' deyiverme hali, olmuyor. Ruhumun daha dingin ve güçlü hissettiği anlar oluyor ama mutluluk, şimdilik hayır. Öyle olunca da günü kurtarmaya çalışıyorum hep. Oturup neşeli yazasım gelmiyor, kötü şeyler yazasım zaten gelmiyor. Fuat'ı yazmak istemiyorum, hem yazarken de üzüldüğümden hem de ilginç bir konu bulmuş boyalı basın gibi sürekli bu konuyu gündemde tutmak istemediğimden. Flaş flaş, korsanların elindeki türk gemici ablasına ne dedi? Hoş değil!! Ama Fuat dönünce onunla röportaj yapıp burada yayınlayacağım, bu hakkımı kimse alamaz elimden :))

Neyse, annelerin dünyası'nda da konu annelere depresyonun lüks oluşu olunca, bu aralar uzmanlık alanıma girdiğinden yazdım birşeyler. (işte şu şeyler) Spesifik şeyler yazmayayım, daha genel olsun dedim ama siz anlayacaksınız, neyden bahsettiğimi :)





tişörtü okuyabiliyor musunuz? (back off my uncle is a sailor)



Bu sabah kuaföre gittim. Saçımı kestirdim, kaşlarımı aldırdım. Normalde nefret ederim kuaförden. Geçirdiğim her saniye hayatımda boşa giden saniyelerdir, görseniz orda değilken dünyayı kurtarıyorum sanırsınız. Zaten sadece ara sıra saç kestirmek için giderim. Yılda 1 kez, yaz tatilince çıkmadan heves eder pedikür yaptırırım ki yarabbim ne büyük işkencedir o. Tırnak yediğimden manikür yok zaten hayatımda. Neyse anlatabildim sanırım nefretimi. Ama bu sabah nasıl iyi geldi anlatamam. Kaşının alınmasından zevk alır mı insan, mazoşist değilse! Aldım valla. Ohhh, biri benle ilgileniyor, benim hiçbir şey yapmam gerekmiyor, istesem de yapamam zaten, Poyraz babasıyla, içim rahat, tertemiz bir ortam, sakin bir müzik. Toplamda tüm kuaför maceram yarım saat sürdü ama pek iyi geldi. Deliriyorum galiba!

Kararlıyım, yazacağım önümüzdeki günlerde. Ama öncelikle kendime blogun asıl misyonunu hatırlattım, buradan haberler vermek. O yüzden taslaktaki konuları bırakıp biraz napıyoruz ne ediyoruz anlatacağım. Söz, ama söyleyin Poyraz'a iyi uyusun gündüzleri!!

11 Aralık 2010 Cumartesi

Doğduktan tam 36 yıl sonraki günüm

Doğduktan tam 36 yıl sonraki günüm yani 36. doğumgünümde


gece 12

- Poyraz uyandı. Evde ikimiz yalnızdık. Erol Türkiye'de. Annesinin doğumgününü ilk kutlayan olmak istedi diye düşündüm. Bu kutlama isteğinin sabaha kadar süreceğini ve neredeyse hiç uyumayacağını o anda farkedemedim. Sabaha doğru ağlaması kesilsin diye şarkı söylediğim bir ara bir yandan ağlayıp bir yandan 'bitaa' diye benden şarkıyı tekrar söylememi istediğinde ise gülümsemekten kendimi alamadım.

- Telefonum yanımdaydı, Poyraz'ın kısa uyku aralıklarında gelen birkaç mesajı okudum. Duygulandım. Hem yalnız değilmiş gibi hem de daha da yalnızmış gibi hissettim.


sabah

- 7 gibi başladık güne. Elimizi yüzümüzü yıkayıp aşağı indik. Koca ev bomboş. Kahvaltı ettik. Bu koca gün başbaşa nasıl geçer derken telefon geldi Begüm'den. Bizim sitede oturan bebekli arkadaşım. Sonra da Begüm, Yusuf, bebekleri Efe ve emanet köpekleri Fu. Ben çok mutlu oldum, normal de, Poyraz niye bu kadar mutlu oldu bilmem. O da 'ne yapacağım ben bu suratsız kadınla bütün gün' diye dertleniyordu sanırım.

- Sonra onları uğurlarken biraz biz de yürüdük. Poyraz uyudu.


poyraz uyurken

- Mutfağı toplama,öğle yemeğini hazırlama ve arkasından internet başına koşma: devletle uzaktan yakından ilgisi olan bir sürü kişiye ve bazen de direkt devlete mektuplar: kardeşimi kurtarın, durum kötüye gidiyor! Meclisin önüne gidip üzerime benzin döksem mi diye düşünürken Poyraz beklenenden erken uyanıverdi. Benzin kokusu bir anda uçtu


2 uyku arası


- Markete gittik aktivite olsun diye. Ehliyetimi yeniletme zamanım geldi ama yapamadım, uzağa gidemiyoruz. Kendime doğumgünü hediyesi olarak Poyraz'a kamyonlu arabalı bir oyuncak aldım. onla oynarken ben de biraz rahat ederim diye. Bu hayalim pek gerçekleşemedi. Oysa Erol'un Çandarlı'ya küçük bir kepçe getirdiği gün site 1 saat kadar Poyraz'ın ennn ennnnn sesleriyle inlemişti de acaba bu çocukta zeka geriliği falan mı var diye düşünmeme yol açmıştı. Maymumun gözü açılmış galiba.

- Pek keyfi yok Poyraz'ın, uykusunu da alamadığından ya da gerçekten annelerin sıkıntısını hissediyorlar. Ne fena bir kısır döngü. Oğlum sen neşeli olsan belki ben biraz toparlarım!

- Sonra kapı çaldı. Kocaman bir çiçek. Türkiye'deki dostlarım göndermiş. Çiçeğin notunda 'dünyanın neresine gidersen git, sen hep bizimlesin. iyi ki doğdun' Hiçbir engel tanımayan dostlarım İsrail'den sonra da burda da bulmuşlar yanıma gelivermenin yolunu. Hissettiğim inanılmaz bir mutlulukla karışık sonsuz hüznü tarif etmem imkansız.


Öğleden sonra uykusu

- Memede uyumadı. Pusetle yürüyüşe çıktık. Çok sıcak. Uyudu. Riske atmamak için pusetinden almadım.

- O uyurken yemeğimi yedim, masayı toplayıp yine devlet kapısı aşındırmak üzere internete giderken elimden düşen kavanoz Poyraz'ı uyandırdı.


Yürüyüş


-Attım arabaya yine, uyur belki diye. Ama uyumamak için öne doğru düşecek neredeyse. Uzun uzun yürüdük. Yapacak daha iyi bir şeyim ya da daha iyi bir şey yapacak gücüm yoktu zaten.

- Yürüyüş sırasında yaz öğle veya öğleden sonra saatleri kadar depresif başka saat olmadığına karar verdim. Çocukken öğle uykusu yapmazdım ama bütün arkadaşlarım uyurdu ya da evde dinlenirdi. Of ne sıkıcı, sıcaktan dışarı çıkılmaz, çıksan daha beter bir bunalım zaten. Bir başına güneşin altında. O hissi hatırladım. Bu his bana birbrinden çok alakasız 2 şeyi hatırlattı: Bir Fırat karikatürü (bulursam eklerim sonra) ve Albert Camus- Yabancı.

- Sonra tarihin 10 Aralık olduğunu düşündüm. Eski doğumgünlerimi. Doğumgünlerini önemli zannettiğim zamanları. Kendimi dünyanın en özel insanı gibi hissettiğim. İlla ki kar vardı. Afyon. İlla ki kardanadam, illa ki kartopu. Paltolar, eldivenler. Mandalina, elma, doğumgünüm diye bir de muz. Annemin yaptığı pasta. Gündüz, arkadaşlar, akrabalar, akşam sadece annem, babam, Fuat, ben, hepimiz bir aradayız. Aynı küçük odada sobanın başında. Çok beylik olacak biliyorum ama vallahi de mutluluk bu benim için. Poyraz'la Erol'u da alsak yanımıza eksiksiz mutluluk.


- Kendimdeki katili gördüm. Sevdiğim birine kasıtlı ve sistemli olarak zarar veren birini gözümü kırpmadan öldürebileceğimi farkettim. Somalili Korsanları düşünürken. Bang bang my baby shut me down. Bu kadar basit. İmkan olsa hemen şu saniye.


Poyraz uyumadı. Koca bir öğleden sonra bizi bekliyordu. Sanki mesainin bitmesini bekler gibi akşam uykusuna ne kadar var diye saate baktıkça kızdım kendime biraz ama elimde değildi. Bugün artık bitsindi.


Parka gittik akşamüzeri. Kalabalık. Oh. Poyraz bir kızın peşinde koştururken kız ona çarptı Poyraz düştü, can acısından çok gücüne gittiğinden ağladı. Biraz sonra 'Hi, how are you' diyecek abiler bulup üzüntüsünü unuttu. Yemek saatine kadar oyalanıp eve gittik. Yemek, banyo, normalden daha erken bir saatte yatak hazırlığı. Poyraz bütün günkü huysuzluğunu affettirdi o saatlerde bana. Uzun uzun sarıldı, konuştu, hatta dansettik. Bir ara 'bom'dedi. 'Ne oğlum bom' dedim. 'abi' dedi. 'Abi neyi bom yapıyor?' dedim. 'Çaptı' dedi. 'aa abi Poyraz'a çarptı değil mi?' dedim (kızlara abi diyor bazen) 'eeeee' diye kendi ağlamasını taklit etti. Uyurayak günün travmasını hatırladı çocuk. Sonra tatlı tatlı uyudu. O kadar da kötü değildi be bugün diye düşündüm o zaman. Oğlum da harika bir çocuk!


Mutfağı topla, ertesi gün için yemek yap, maillere bak, gelen doğumgünü maillerini oku, uzun zamandır kendinde bulamadığın kendini arkadaşlarının maillerinde bul, sevin ve yanıtla derken uyku saati geldi. Gece de 3.30 gibi Erol. Oh be.


Ertesi sabah öyle güzel yerde öyle güzel bir kahvaltı ettik ki, yeniden bulduğumuz eski bir dost ve ailesiyle. Ödeştik dünle.


3 Aralık 2010 Cuma

hayattayız, iyiyiz

İnsanın blogu olunca zaten bir yazma sorumluluğu hissediyor. Neyse ki öyle çok izleyenim bekleyenim yok da sorumluluğum sırf kendime diyordum ama yoğunluktan hem mail yazmayı hem de bloğa yazı yazmayı atlayınca 1-2gündür hayatta olup olmadığımızı sorgulayan mailler aldım. :) Onlara 'ay çok yoğunum' diye cevap verdikten sonra neden yoğunum, neler oluyor bir de burda özetleyeyim dedim.

Öncelikle bilmeyenlere haberi vereyim. Poyraz yürümeye başladı Cem ve Tuğba (Poyraz'ın amcası ve yengesi (e ne deseydim şimdi Tuğba!) ) geldiler bayramın sonunda. Tam o sırada Poyraz'ın düzenli kullandığı ilacını da burdaki doktorun önerisiyle azaltmıştık, doktor 'bu ilaç fazla alınırsa denge kaybı yapar, ondan da yürümüyor olabilir' demişti (teyze biliyorum sen de söylemiştin :) ) Neyse artık ilacın etkisi midir yoksa Cem ve Tuğba'nın eğlenceli bir şekilde yürümeye davet eden oyunlarının mı bilmem, Poyraz şeytanın bacağını kırıverdi, o günden beri de durmadı. Yollardayız!




Yollardayız ama hala beraberiz. Maalesef bana fazlasıyla yapışık, 3-5 adımda bir gelip bacaklarıma sarılıp sonra tekrar hayatına devam ediyor genelde. (bu durumu gösteren süper bir video var ama yükleyemiyorum nedense) Yok hayır aslında genelde bacaklarıma sarılıp kalmaya çalışıyor, ben 'hadi oğlum git koş yaramazlık yap' falan diyorum, tekrar hayatın acımasız kollarına atılıyor ama fazla dayanamıyor bensizliğe ve geri geliyor. Bazen hiç gitmiyor zaten. Hani nerde yürümeye başladıktan spnra geleceği vadedilen özgürleşme hareketi?? Ne oldu bilmiyorum ama her an kucağımda ve bana sarılarak yaşarsa dünyanın en mutlu çocuğu. Emzirmeyi azalttım biraz. Günde 4e falan indi (gece uyanmaları hariç rakam bu!) o açığı mı kapatmaya çalışıyor, bu bir alışma dönemi mi hem yeni hayatımıza hem az memeliliğe bilmiyorum. Umarım kalıcı bir durum değildir, geldiği gibi gider, benim mücadele etmem gerekmez. Çünkü ne yapmam gerektiği konusunda hiç fikrim yok.


Neyse, bunun dışında gündemimizde misafirlerimiz var. Türkiye'den Tolga, Edurne ve Kora geldiler. Poyraz ve Kora tanıştıklarında sırasıyla 6 ve 4.5 aylıklardı.




Annem o zaman hem Kora'yı hem anne babasını pek sevmiş bunları nişanlı ilan edivermişti. O zamandan beri bunun muhabbeti devam eder. İşte bu dünürler geldi bize. Onlarla olan hayatımızı, cadı gelinle ezik oğlumun ilişkisini ayrı bir yazıda mutlaka anlatmalıyım. Anlatacağım!! Ama tabi hayatımız sosyalleşince yazı yazmaya hiç vakit kalmadı. Oysa aklımdan da ne yazılar geçiyor bazen. Bloggerın ya da mail programlarının direkt beyinden yazı almaya başlayacağı günlere yetişememiş olmam üzücü. Hayatım çok kolay, bloğum pek şenlikli olurdu. Pişman olup olup sileceğim yazılar da ayrı bir zaman isterdi sanırım.


Bunun dışında daha önce beklemekle ilgili yazdığım yazıda beklediklerimden birşey daha gerçekleşti (yürümek dışında) İsrail'den yola çıkan eşyalarımız turlarını tamamlayıp evimize geldiler. Adamlar 38 tane büyük koliyi gösterince dünyayı bir de öbür taraftan dolaştırsanız demek istedim. Tam da yerleşmiştik, nerden çıktı bunlar! Görünce ağlamak istedim, gerçekten. İçlerini açtığımda ise gerçekten ağladım. Poyraz'ın aylardır görmediğim bazı oyuncakları, eşyaları. Ağlattı beni. O günleri hatırladım. Katı gıdanın ilk dönemlerinde kullandığımız içine yemeği sıcak tutsun diye sıcak su konan tabak mesela. İçimi yaktı. Nesneler üzerinde düşündüm. Nesnelerin içinde değişmeden devam hayatlar. Dondurulmuş gibi. Çok eski bir konser biletinde, ilkokul defterinde, bebeklik çorabında yaşamaya devam eden eski bizler. Ah o tabak da hem Poyraz'ın hem kendimin o dönemine götürdü beni. İsrail'de yaşanan o sıkıntılı döneme. Küçük Poyraz'ı sanki şimdi uzaklarda olan çocuğummuş gibi özledim, ona sarılmak istedim tekrar, hem kendime hem ona 'herşey düzelecek' demek. Ben şimdi biliyorum, o zaman onlar bilmiyordu.


İşin duygusal boyutunu geçersek bu nesneler bir de evimizi darmaduman etti. Ne güzel yerleşmiştik. Eksik çok şeyimiz vardı, 4 gözle beklediğim ama bir o kadar da 'amaaan bunsuz da yaşanıyormuş işte' dediğim şey geldi. Atsan atılmaz satsan satılmaz, dolaplara da sığmaz! Şimdi yeni taşınmış gibi olduk yine ve ortalık yeni adreslerini bekleyen eşya dolu. Yine düşündüm, ne çok 'şey'le yaşıyoruz. (Perec'ın şeyler diye bir kitabını okumuştum yıllar önce, ondan minicik şeyler geliyor aklıma bunu düşünürken ama toparlayamıyorum) Ne fena. İşte kafamda yazdığım yazılardan biri bunla ilgiliydi, şu an 2 satırda kesiyorum. :)

Ama yine mıymıy yapmayayım, geldiğine çok çok sevindiğim çok fazla şey de oldu. Zamanla yerleşiriz de acelesi yok :)

Bekleme yazısında yazdıklarımdan bir Fuat kaldı beklediğim. Hala bir gelişme olmadan, şirket para veremeden, korsanlar da bu kadarına razı gelmeden. Son konuştuğumuzda daha iyiceydi Fuat'ın sesi (bir önceki çok kötü konuşmamıza göre) iyi hayal etmeye çalışıyorum hep.

Erol'u bekliyordum galiba bir de o zaman. O bitmeyecek. Hep gidiyor bir yerlere, alışacağız zamanla. (yalaaan!)

Durumu sanırım özetledim (özet derken??) İyiyiz yani, hayattayız, yuvarlanıp gidiyoruz. Bir yandan da gurbet içimizde bir ok, herşey bize yabancı. ( e öyle ama, yalan mı söyleyeyim, oyun havası mı çalsaydım kapanışta: hadiii okumaya mı geldik, eller havaya, oooh oohhh)

17 Kasım 2010 Çarşamba

İsrail'den Dubai'ye taşınmak demek....

İsrail'den Dubai'ye taşınmak demek
- Dubai'ye gelmeden önce kıyafetlerdeki ibranice etiketleri kesmek, özellikle bebeğinin üstünde unutulmuş bir etikete dışarıda rastlarsan elinde sigarayla babana yakalanmış gibi bir paniğe kapılmak demek,
- Bebeğinin çok sevdiğin için atmaya kıyamadığın İsrail üretimli organik güneş kremini gizli köşelerde sürmek demek,
- Birisi 'Dubai'den önce hiç yurtdışında yaşadınız mı?' diye sorduğunda, önce soran kişinin ülkesi, dini ve radikallik seviyesini tahmin etmeye çalışmak sonra yine bir ajan çevikliğiyle etrafta sizi duyabilecek olanları analiz etmek ve ancak ortam uygunsa İsrail'deydik bilgisini vermek, yoksa burası ilk yurtdışımız diye yalan söylemek demek,
- İsrail menşeli CD (The Jews diye rock grubu olur mu ama ya) ve DVD lerin İsrail'de kalması demek,
- Ah daha acısı Poyraz'la okumaktan (resimleri anlatmak) çok çok zevk aldığımız ama biraz özlesin diye Türkiye'ye götürmediğim, İbranice yazılar olan çocuk kitaplarının, biz yokken eşyaları toplayan taşıma firmasının uyarısıyla İsrail'de kalması demek, (yazılarını anlayamadıysam da resimleri hala gözümün önünde ve hatırladıkça içim cız ediyor)
- İsrail'den uzun zaman önce yola çıkan eşyalarımızın, direkt buraya gelemediklerinden, önce Rotterdam'a uğrayıp gelecek olması ve bu sebeple tencerelerimiz, rondo vb aletlerimiz, havlularımız, kitaplarımız, CDlerimiz, kıyafetlerimiz ve daha neler neler olmadan en az 1 ay daha geçirecek olmamız demek...

Nedir bu kardeşim ya! Dünyanın bütün karmaşası bizim hayatımızı etkiler oldu. Avrupa, Amerika Afrika'yı sömürüyor diye korsanlar kardeşimin gemisini kaçırıyor; Arap ülkeleri ve İsrail sürekli bir düşmanlık halinde diye eşyalarımız 80 günde devr-i alem yaparak geliyor.

Eminim Obamaların kişisel hayatı bile dünyada olup bitenden bu kadar etkilenmiyordur. Jack Bauer gibi olduk arabasını satayım. (küfür hele de kadını aşağılayanı olmaz öyle blog yazısında)

Dünyanın derdi seni mi gerdi denir ya, gerdi beni valla. GERDİ!

Şundan korkuyorum, küresel ısınma nedeniyle Kuzey Buz Denizinin suları taşmaya başladığında bir yol bulup ilk bizim evi basacak bence. Hatta o da yetmez, sularla gelen bir kutup ayısı kafama da bir şaplak indirecek, 'ne hale getirdiniz layn dünyayı' diye!

Lütfen arkadaşlar, hep beraber KÜRESEL ISINMAYA DUR diyelim. Korkuyorum!

15 Kasım 2010 Pazartesi

'Evimis'e taşındık

Poyraz'a hamile olduğumu öğrendiğimizde İsrail'deydik. Doktorla son görüşmemizde tüp bebekle bile çocuk sahibi olma şansımın neredeyse sıfır olduğunu söylediğinden tarih takibi gibi planlı çalışmaları bırakmıştık. O yüzden hamile olmamın yarattığı ilk şoku atlattıktan sonra peki bu bebek nerde yapıldı diye düşünmeye başladık. Uygun tarihler (hayatında çocuk yapma veya yapmama konusuna hiç girmemiş insanlar için yazdıklarım bir acayip olmalı) gözönüne alındığında, Kaş, İstanbul veya Tel Aviv'de olabilirdik. (Çünkü tam Kaş tatili bitirmiş İstanbul'a gitmiş, orada 1 veya 2 gün kaldıktan sonra Tel Aviv'e dönmüştük.) Yani Poyraz'ın adresi belirsiz hali ta o zamandan başladı.
Doğumu Türkiye'de yaptım. Poyraz 1.5 aylıkken de Annelerin Dünyası'nda da anlattığım bir acayip yolculukla Tel Aviv'e gittik. Sonra yaklaşık her 3 ayda 1, 2-3 haftalık ziyaretler için Türkiye'ye gittik geldik. Poyraz tam bir yere alışır olduğunda biz öbür yere taşıyıverdik onu. Uyku sorunları için ille kendi dışımda bir bahane bulmak istediğime bunu kullanırım. Son dönem yoğun bir gitgelin ardından 1 yaş doğumgünü de kutlayıp Tel Aviv'e veda ettik. Sonra İstanbul, Çandarlı, Bodrum-Gümüşlük adreslerinde gitti geldi. En son da Ekim başında sizin de bildiğiniz gibi Dubai'ye geldik ve ev bulana kadar otel/residence (türkçesi var mı acaba bu kelimenin) gibi bir yerde kaldık.
Eve taşınmamıza 1 hafta kala, birgün dairemize gitmek için asansörden indiğimizde Poyraz 'evimis' deyiverdi. Eh 1 aydan uzun kalmak çocuğun orayı evi olarak görmesi için yetiyor da artıyordu bile ve orası 'evimis' olmuştu işte. Aşağıda 'hay' demeyi çok sevdiğimiz 'abi'ler (a kısa okunuyor) olan, dışarıdan otele girerken Poyraz'ın sanki sahneye çıkıyormuş gibi heyecanla içeri dalıp sonra bir durup kocaman gülümseyip, 'hay' dediği ve zevkle tepkileri izlediği resepsiyonuyla, otel evimis.





Cuma günü o evimize veda ettik. Herşey planlandığı gibi giderse Poyraz'ın en uzun süre kalacağı yeni evimize taşındık. Ev büyük, bizim için gereksiz büyük ama daha ortalama birşey bulamadık. Bu koca evi 1 haftada döşedik. (ah ah, hala yazılmayı bekleyen bir İkea yazısı var) Gerçi hala evde 1 tek halı bile yok ve aslında o kadar az şey var ki hala konuştuğumuzda sesimiz yankılanıyor. Ama olsun yaşayabiliyoruz ve bu 'evimis'i çok seviyoruz.

Kuş sesleriyle uyuyup uyandığımız bir evimiz olmamıştı daha önce ve Poyraz cikcikleri duyunca yaptığı işi bırakıp 'huşşş' demeye de burda başladı.

Dünyadaki bütün evler gibi bu eve de umutlarla taşınıldı, iyi ve kötü pek çok şey yaşanacak ve bu evden de ayrılırken hüzünlenilip hayatımızın geri kalanında daha çok güzel şeyler, buruk bir gülümsemeyle hatırlanacak.


(uzun zamandan sonra ilk kez adam gibi ve genişce bir yatakta yatan poyraz, her açıyı denemekte) *


('çiçe'li yeni koltuklar çok eğlenceli)


* carsaf ve 'bumper' arabalı. fotoyu buraya koyunca anne blog dünyasının güncel konularından birini hatırladım. görüş bildirmek değil bizim durumu anlatmak adına yazıyorum. poyraz da araba çok çok sever, başka oyuncaklar (tencere tava falan da dahil) kadar araba oyuncağı da alıyoruz. daha önce görmediği bir araba kadar oyalayan hiç birşey yok onu. ama yatak takımını arabalı almazdım. sebebi de estetik ve sıcak bulmamam. bunu aceleyle alışveriş yaparken daha uygun (mesela battaniyesi koton olan vb) birşey bulamadığımızdan aldık. poyraz sabahları uyanınca,'araba, ınn ınn' diyor, sonra ağlayarak bizi çağırmaya başlıyor. :) gerçi muhtemelen kuşlu olsa 'huş cik cik', ayılı olsa 'ayı', tavşanlı olsa 'tavşam' falan diyecekti önce.













10 Kasım 2010 Çarşamba

Ben bugün İran gördüm

Eve yerleşmeye çalışırken yakınlardaki bir İran restoranından yemek siparişi veriyoruz arada. Daha evde ocak bile olmadığından. (yoksa ne yemekler döktürürdüm canımmm) Dün aç bir şekilde, saatlerce geciken bir teslimatı beklerken öğlen verdiğimiz siparişten arta kalan salata tabağını açtım. İçinde taze nane, beyaz peynir ve ceviz vardı! Yanında da lavaş ekmeği. Öyle Türkiye İran olur mu korkusu taşıyanlardan değilim ama bu hayatımın kombinasyonunu İran adresli görünce, bir an bu iddiayı hatırladım ve 'isterse olsun' dedim açlıktan gözü dönmüş bir şekilde, 'ömrümü nane, ceviz,beyaz peynirle geçiririm'.

Poyraz ve ben Dubai'ye turist vizesiyle geldik. Onu kalıcı vizeye dönüştürmek için ülkeye giriş çıkış yapmak gerekiyor. Bunun için de Dubaiye 45 dk. uçuş mesafesinde Kish adasına gidip gelmek en kolay yok. Sırf bu iş için uçuşlar var. Adaya uçup, inip, tekrar binip geri geliyorsun. Bu hengamede bugün bu iş yapılacaktı. Ben Kish'i kendi başına bir ülke sanacak bilinçsizlikle çıktım yola, uçakta adamlar garip bir dilde konuşup şaşkınlaşınca Erol söyledi aslında İran'ın bir adası olduğunu. İran'a gidiyoruz diye pek heyecanlandım. İlgimi çeken bir ülke İran. Ama bir anda aklıma geldi ve 'Aman Erol' dedim, 'İran'da örtünmek gerekiyor, bende yok bir tesettür malzemesi'. 'Burası öyle bir yer olmamalı, resort mesort diyorlar' dedi Erol. İnerken pencereden baktık gerçekten tatil köyü tadında bir yerler de gördük.

Fakat inerken baktım kadınlar başını örtüyor. Hatta otobüsten inip havaalanına doğru ilerlerken tek kafir ben kaldım, panikle Poyraz'ın battaniyesini koyuverdim başıma. Fakat yetmedi tabi, kapıdan laylaylom geçerken bir amca 'come back, come back' diye azarlamak suretiyle beni geri çıkardı. Ordaki dolaptan bir pardesü ve başörtüsü alıp (diğer pek çok kadın gibi) icap ettiği gibi girdim havaalanına.





Uykusuzluktan delirmek üzere olan Poyraz bu halimi önce pek yadırgadı, fakat çabucak kanıksamış olacak ki biraz sonra aynı kıyafeti giymiş bir kadına anni anni diye yapıştı.





Havaalanı küçük bir devlet dairesi tadında bir yerdi aslında. Bol koltuklusundan. Kadınlar ayrı (perdelerle kapatılmış bir alan) erkekler ayrı güvenlik kontrolümüzden geçtik. Bu odadaki kadın benim örtümü daha düzgün nasıl bağlayacağımı gösterip kafama taktıktan sonra bak ne güzel oldu gibisinden şeyler de söyledi. Güvenlikten çıktıktan hemen sonra insan güruhuyla beraber hoop diğer kapıya ilerledik.

Biz e şimdi ne olacak diye bakınırken bir adam geldi ve elindeki biletlere bakarak isimler okumaya başladı. Biz de dağıtılan numaralardan payımıza düşeni alabilmek için adamın etrafındaki çembere katılıp beklemeye başladık. Son 3 bilet bizimkiydi, aldık ve pırpır uçağımıza binip, pervane manzaralı koltuğumuza yerleştik.

Uçak havalanırken hala bebek kemerini vermemişlerdi. Hatırlattığımızda hostes, 'no need' (gerek yok) dedi. Poyraz da 'no nii' diye kadnı onaylayınca, herhalde ellerinde yok diye çareyi Poyraz'a sıkı sıkı yapışmakta bulduk. Ben bir yandan 'Havacılık kurallarını yeniden yazan Kish airlines'ı uluslararası havacılık daire başkanlığına şikayet edeceğim' diye söyleniyordum ama Erol, İran'ın uluslararası şikayetlere genelde çok da aldırmadığını hatırlattı. 'Nükleer füze yaparız, uçak kalkarken de bebek kemeri vermeyiz, bu 2 iç meselemize karışmayın, yakarız'

Uçuş samimi bvir havada geçti. Yanımızda saçının yarısı açık şekilde örtülü İranlı kadın (Dubai'ye inince o da açıldı) bir ara Poyraz'ı kucağına aldı. O sırada kutu meyve suyu ve kek (Kamil Koç turizme hoş geldiniz) servisi başladı. Servis arabası aramızdan çekildiğinde Poyraz'ın kadının kucağına iyice yerleşmiş ve meyve suyunu pipetinden höpürdete höpürdete içmekte olduğunu gördüm. Şekerli meyve nektarı da diyebiliriz. İçim gitti valla. Ama kadın öyle normal bir şekilde vermiş, Poyraz da öyle keyifliydi ki birşey diyemedim. Bu çocuğun birşeye alerjisi olabilir mi,şeker hastası olabilir mi falan filan, pek akla gelen şeyler değil sanırım.

Poyraz'la muhabbeti artırmış olan hostes inişte bize bebek kemeri getirdi ve 'inerken gerekir' diye de bilimsel açıklamasını yaptı. Konusuna çok hakim emin ellerde gerçekleştirilen son derece güvenli inişimiz sırasında Poyraz sonunda otele kadar devam edecek olan uykusuna daldı.

Bu işi de böyle tamamlamış olduk ama akşam üzeri yürüyüşe çıkarken, 'aman Dubai İran olmasın' diye şort giydim burda ilk kez. :)








çocuk gözüyle dünya

annelerin dünyası'nda bu hafta çocuk gözüyle dünya konusu işleniyor. benimki biraz karamsar oldu sanki, ama o da mümkün bence. aman dikkat demek istedim, belki de en çok kendime....

5 Kasım 2010 Cuma

Hala bekliyor olsak da....

Bugün İkea eşyalarımız geldi eve. 2 adam kurdular herşeyi. Yardımcımız başladı. Adı Manomani. Sri Lankalı. Çok sevdim. Umarım yanıltmaz beni.

Bugün Poyraz bahçede, eve ilk aldığımız eşya olan oyuncağıyla mutluluktan gözü dönmüş bir şekilde oynadı. Hem su var, hem dönüyor, daha muhteşem ne olabilir bu dünyada! Evimizi çok sevdik hepimiz. Bir sürü şey eksik hala ama haftaya taşınmış oluruz. Kalanlar zamanla artık.

Bugün bütün bunlar olurken ben ezim ezim ezildim. Offf, amma ağladım, amma sızlandım ortalık yerlerde diye. Aslında o kadar güzel şeyler oluyor ki. Muhtemelen bir daha hayatım boyunca oturamayacağım güzellikte bir ev, muhtemelen bir daha hayatım boyunca tutmayacağım bir yardımcı, kışın bile güzel hava, Poyraz sağlıklı (burnu tıkalı ama önemsiz), Erol'la mutluyuz. Çok kızdım kendime. Ama dedim, benim başka bir derdim var, başka bir yürek sızım var, o herşeyi karartıyor bazen. Hem sadece ruhsal değil fiziksel olarak da çok yorgunum, tek başıma beceremiyorum bazen. Sonra 'bunların hiçbiri çıkıp herkese, aman da ne mutsuzum diye ağlamak için bahane değil küçük hanım, dünyada neler olup biterken senin şu halinle değil' dedim. Asıl yürek sızım... O konuda diyecek birşey yok ama bazen şunu hayal edip hem gülüyorum hem korkuyorum: Bence Fuat döndüğünde bu bloğu falan okuduğunda beni dövecek: 'Uleyn, benim orda anam belleniyordu (bu laf böyle mi ve bu laf ayıp bir anlama gelmiyor değil mi!) sen burda rahat koltuğuna kurulmuş, belki bir elinde çayın mızıldanıp mızıldanıp milletin ilgisini toplamışsın' Kesin der böyle benim kardeşim. Şimdi onun halini düşününce benim sızlanmam bir garip mi bilmiyorum ama inanın kardeşi öyleyken böyle olması, böyle olmaktan mutluluk duyması bir yere kadar. Aman bir dakika yine sızlanmaya giriyor gibi olmayayım. Sadece durumu açıklamaya çalışıyorum.

Sorun biraz da kamusal alanda mızıldanmakla ilgili galiba. Öyle çok ortalıkta çıkıp aman da ne mutsuzum diyen bir tip değilimdir. Tabi ki sıkıntılı zamanlarda hep mızıldandığım ağlama duvarlarım vardır (araya genel kültür alayım, kudüs'te yer alan ağlama duvarında yahudiler, oyy bebeğim hasta, aman da kardeşimi korsanlar kaçırdı şeklinde kişisel sıkıntıları için ağlamıyorlar. yahudilerin tarih boyunca çektiğine inanılan acıları ve en kutsal tapınaklarının olduğu yerde şu anda bir cami (mescid-i aksa) olmasından dolayı ağlıyorlar. araya kişisel dert sıkıştıran da kesin vardır da :) oranın asıl amacı/anlamı o değilmiş. ben çok şaşırmıştım öğrendiğimde.zaten ağlama duvarı da müslümanlar için en kutsal mekanlardan biri olan bu caminin bir duvarı. radikal yahudiler onun yıkılıp yerine tekrar tapınağın yapılacağı günü hayal etmekte hatta bazen hayal etmekle kalmayı bombalama girişiminde vb bulunmaktadır) Onlar da bilir bir ağlarım bir gülerim, yani herkes gibi işte. Ama şimdi Nurturia'ydı, blogdu derken daha bir ortalıkta ağlar gibi oldum. Neyse utandım kendimden. Hemencecik bu yazıyı post edeyim de blogda en son ağlayan yazı kalmasın istedim. Banyo yapmadım (kokuyorum bee) yazıyı yazdım.

Ama şimdi yatıyorum. 'Happiest baby on the block'un fotosuyla size veda ediyorum.

Herkese iyi geceler...


Not: İleride ağlama haklarım saklıdır :))

31 Ekim 2010 Pazar

Beklerken...

Bu günler bekleme günleri...
Fuat'ın kurtulmasını bekliyorum en çok. Diğer önemsiz beklemeler için gerekli azıcık gücü bile tüketen bu bekleyiş sanırım. En azından kurtulması yolunda bir adım atılmasını, tünelin ucunda bir ışığın görünmesini. Şirketin para bulup bulmayacağının belli olacağı günü, Fuat'ın beni arayacağı günü (geçenlerde gözümü karartım ben aradım, korsan amca sorry daha dün konuştun dedi izin vermedi. Bir Somalili korsan tarafından sorry denmiş bir kişiyim ben )

Erol yine gitti. Onun dönmesini bekliyorum. Tek başıma çok zorlanıyorum. Çok.

Poyraz nezle oldu. O iyileşsin diye bekliyorum. (hasta olunca çekilmez olan tek çocuk Poyraz mı?)

Evimize taşınmayı bekliyorum. Çok bunaldık bu etrafı hep gökdelenlerle çevrili otelden. Evimize taşınmak, bunalınca bahçeye çıkıvermek, o da kesmezse parka gidivermek... Poyraz'ın adam gibi bir yatakta yatması.Yerleşik olmak.

Bir yardımcı bulmayı bekliyorum. 2 kere buldum, onların başlamasını beklerken ikisinde de pürüz çıktı (pürüz dediğim resmen sattılar beni, Filipinlerin havasına parasına kızına güven olmazmış!!)

Poyraz'ın yürümeye başlayacak cesareti bulmasını bekliyorum. Biraz daha bağımsız olmasını. Tek elle iş yapma uzmanı oldum. Her an ya kucağımda ya elimden tutmuş kendi hayatını yaşıyor. Beni kullanıyor resmen. Elimden tutup yürürken kendisinin yürüdüğünden o kadar emin ki benle kovalamaca bile oynayabileceğini düşünüyor. Evet, bunu yapıyor. Eleleyken benden kaçıp bu durumdan inanılmaz eğleniyor. Gülsem ağlasam mı şaşırdım!

Bugünler geçsin diye bekleyip duruyorum. Oysa yarının bugünden iyi olacağını kim nereden biliyor ki. Geçmişte de oldu hep gelecek aydınlık günleri beklediğim, her zaman daha iyi mi oldu herşey. Hayat bu, bir öyle bir böyle.

1-2 hafta önce dişinin verdiği huzursuzluk geçsin diye bekliyorduk. Öyle bir huzursuzluk ki yüzünü güldürmeyen, tabağımdan kaptığı kurabiyeyi yerken bile nedense ağlatan.




Sonra diş rahat bıraktı onu biraz, evde olmadık şeylerle eğlenir, gizli yerlere saklanıp saklanıp sevinir oldu.







Tam oh dedik, oğlumuz geri döndü, bu sefer düştü, çok kötü düştü ve ağzının acısı huzurumuzu kaçırdı. Ama 3 gün önce değil miydi, yine birşeyleri bekliyordum ve Poyraz iyiydi. Ağzının acısı azalmış keyfi yerine gelmiş İkea'da biz sırayla alışveriş yaparken o neşeyle oynuyordu. (İkea ayrı bir yazıyı hakediyor, daha sonra)

Oysa 2 gün önce de hastalandı işte. Bütün gün mızıldanıyor ve emmek istiyor. Emzik verdik, bir şansımızı deneyelim, belki tekrar başlar dedik. Çok komik geldi ona,emziği ağzına verdiğimiz an gülmeye başlıyor. Koca çocuk oldun bütün gün annenin memesinin emdiğine gülmüyorsun da buna niye gülüyorsun oğlum!!

O da geçecek, başka şey başlayacak. Çocuk dediğin böyle büyüyor. Anne dediğin de.

Poyraz'a haksızlık gibi geliyor sürekli gelecek günleri beklemek. O her gününü en iyi şekilde yaşamalı. Ertelenmemeli onun mutluluğu, düzeni, huzuru. Ama yapamıyorum. Oysa o yeni birşeyler görmekten deli gibi zevk alıyor ve herşeyi unutup kendinden geçebiliyor.




Oysa o annesi güler ve onu da eğlendirirse nasıl da güzel gülüyor.





Bazı günler için yaşanmasaydı da olurdu diye düşünüyorum bazen. O kadar zorlandım, o kadar keyifsizdim, olmasa da olurdu. Dün de öyle bir gündü oysa uykudan uyanıp bal gibi tatlı tatlı balığıyla muhabbeti de dün etmedi mi Poyraz! (Son günlerde huzurlu hissettiğim saylı anlardan biriydi, çekmeye doyamamışım, sonuna kadar 'bekle'meseniz de olur. )

Untitled from banu ozcelik on Vimeo.



Poyrazla yürüyüş yaparken binaların arasında, denize geçiş görüp (Burası deniz ülkesi sözde ama deniz kenarları kapalı hep, binalar var. ) hemen bebek arabasını kenarda bırakıp kumsalda yürüyüşümüz de dündü. (tabi ki elele) Deniz kenarına gittik ne güzel. Poyraz ısrarla havuz dedi, ben de kızdım ona, 'havuz böyle güzel kokar mı oğlum, böyle dalga olur mu havuzda, bu sonsuzluk hissi hangi havuzda var, denizin için canlı dolu sen biliyor musun, senin göbek bağın da denizin dibinde, denize havuz deyip delirtme beni' Eh, kızmadım tabi. Ama yumuşak yumuşak söyledim bunları. Denize ayaklarımızı soktuk sonra. Sonra geri döndük yine ana oğul, evimize. Poyraz etrafta yürüyen herkesi durup uzun uzun inceler, etrafta duyduğu tüm konuşmaları taklit ederken (bilmediğim diller konuşabiliyor oğlum), uzaklardan bile bir kahkaha gelse hemen ha ha ha diye onları taklit ederken, o yaşanmasaydı dediğim günün bir kısmı yaşandı. Hiç o anlar olmasa olur muydu!

Poyraz beklemiyor hiç bir şeyi, o büyüyor, gülüyor, ağlıyor, oynuyor. Beklemesin de.


Not: Bu yazıya başladığımda nerdeydim, şimdi nerde! (Murathan Mungan, bu şiire başladığımda nerdeydim, şimdi nerde mısrasından arak) Şu an daha iyiyim ama başlamıştım bu yazıya,zamansızlıktan ancak tamamlayabildim, atmak da istemedim...

20 Ekim 2010 Çarşamba

Uyku eğitmenleri dünyasını sarsan son teknik - Yatır-Emzir

Tracy Hogg'un yatır kaldır yöntemini biliriz. Kimimiz denedi, başardı ya da başaramadı; kimimiz bulaşmadı bile. Uyku dünyası şu an Banu Bogg tarafından geliştirilmiş yepyeni bir buluşla sarsılmakta: Yatır- Emzir

Yöntem: Bebek (artık kendisi 15 aylık bir 'toddler' da olsa) memede uyutulur. Meme hala ağızdayken moonwalk adımlarıyla yürünür, yatağa yaklaşılır ve meme hala ağızdayken (bu çok önemli, lütfen atlanmasın) bebek yavaşça yatağa konur. Son anda memenin ağızdan çıkıp başın yatağa değmesiyle bebek feryadı basar. Bu noktada yapılması gereken hemen bebeği alıp tekrar memeye yapıştırmaktır. Burada seçenekler çeşitli:
- eğer hemen tekrar uyur gibi görünüyorsa yatağın yanında ayakta emzirilmeye devam edilir, böylece moonwalk aşamasının tekrar yaşanmasına gerek kalmaz
- çok uyandıysa (yataktan anında alınamazsa mümkündür) emzirme mekanına dönülür başlangıç pozisyonuna geçilir ve bebek uykuya daldığında tüm adımlar tekrarlanır.

Bu işlem 1 saate yakın sürebilir. Faydaları saymakla bitmez ama biz burada aklımıza gelen en önemlileri sıralayacağız:

- bebek uykusunun büyük kısmını memedeyken aldığı için sonunda yatakta uyumayı kabul etse bile çok kısa uyuyacağından, anneye yemek, temizlik ve neme lazım internet, dinlenme gibi kötü alışkanlıklarını uygulamak için zaman kalmaz. Anne tüm vaktini asli görevi olan anneliğe bizzat adamış olur.

- anne için denge, koordinsyon, kaba motor becerilerini geliştirme fırsatıdır. ayrıca sebep sonuç ilişkisi, sabır, stres altında performans gösterme gibi çok faydalı bazı yetenekleri de cilalanmış olur.

- annenin omurları hala sıkıcı orijinal düzeninde duruyorsa, onların birbirine girmesi, yamulması gibi etkileşimler sonucu yaratıcı şekiller almasına yardımcı olur, ne oldu yaratıcılık da gelişti!

- henüz nereye varacağına dair testler sonuçlanmadı ama bunun sonu gece ve gündüz uykusunun tamamının memede gerçekleştirilmesine varabilir ki bu attachment parenting ekolünün kelimenin tam anlamıyla (attached olmuş (birbirine eklenmiş) anne-bebek)gerçekleştirilmesi, bir annenin varacağı nirvana durumudur.

- (sonradan eklenen bir fayda): bu yöntem uyku rutini gerektirmez. böylece anne-bebek arasında önceden belirlenmiş kurallar, ritüeller gibi yapay, resmi; ilişkiye soğukluk ve hatta monotonluk getirebilecek bir paylaşım kalmaz., ilişki doğaçlama ve zaman zaman sürprizli bir mücadele şeklinde akar, gider. zira uygulayanlar görecektir ki rutinli ya da rutinsiz bu tekniğin sonucu veya süresi değişmez.

Hangi durumlarda uygulanabilir:

Bebek kendisi bunu talep edecektir. Savaşmayınız, yatır-emziriniz.

Gereklilikler:

Annenin muhtaç olduğu asil kudretin damarlarındaki kanda mevcut olduğu gibi muhtaç olduğu asil sütün de memelerde mevcut olması iyi olur.

Blog anneliği

Bir önceki yazımda, ah bu blog işi bana uygun değil mi, aman ben işi yapabilir miyim, neden blog falan diye debelenirken, Annelerin Dünyası'nda da blog anneleri nedir ne değildir konusu işleniyor. Henüz blog annesi sayılmayacağımdan o konuda laf etme haddini bulmamıştım kendimde ama benim yazdıklarımla arada hafiften de olsa bir bağ olduğunu sonradan farkettim. Takipteyim, bakayım ben uyuyor muyum tanımlara. :)

19 Ekim 2010 Salı

neden blog ve ilk mimim

Yenidogan bloğum ilk mimini aldı. Mim benim gördüğüm anladığım kadarıyla şöyle birşey, sen birşey yazıyorsun, hadi şunlar şunlar siz de yazın diyorsun, onlar da yazıyor falan. Saadet zinciri, fikir paylaşımı, blog örf adet ve geleneği. Moodswing mimlemiş beni. Konu blogun en çok okunan ilk 5 yazısı, benim zaten aşağı yukarı 5 yazım var ama yine e merakla baktım. :) Ama bu vesileyle biraz bloggerlığımı da sorguladım.

Aslında ben blog yapmaya uygun bir kişi değilim bence. Evet derdimi yazarak anlatmayı seviyorum ama huyluyum. Mesela birşey yazmayı düşünüyorum, ay bunu hiç adını sanını bilmediğim insanlar okuyacak deyip vazgeçiyorum, sonra başka birşeyi de amanın bunu tanıdıklar okuyacak diye iptal ediyorum kafamda. Ya da yok yok bunu yazarsam bilmemkim çok sıkılır ya da bunu yazarsam annem üzülür falan. Hayır öyle çok derin şeyler düşündüğümden ya da yazacağımdan değil, gayet, ev, poyraz, dubai ekseninde, bu kadar gündelik konularda bile böyle bir debelenme hali.
Hayır bir de vaktim yok, şu an bunu yazıyorum ya muhtemelen ocaktaki yemek yanacak, kafamda annemin sesi çınlayacak: 'sakın 2. çocuk yapma, buna bile bakamıyorsun' Ya da zaten daha yemek yanamadan Poyraz uyanacak. Geceleri çok geç (benim uyku saatimden geç) uyuyor bu ara, gündüz uyurken de yemek ve ortalığı toplama ile geçiyor. Yazıları öyle sallapati yazıyorum ki utanıyorum halimden. Ama aklım başımda değil ve hep bir telaş halindeyim. Bugün Erol'un doğumgünü olduğunu otelden odaya Mr. Goctu'nun dogumgunu kutlu olsun diye kurabiye getirdiklerinde farkettim. Onu bile ilk anda anlamadım, yanlış biliyorsunuz diyecektim.
Bir de şu yaptığını beğenmeme hali. Millet neler yazıyor bloglarda, çocuk büyütmeye ve hayata dair. İtiraf edeyim çocuk büyütme konusunda bir felsefem tam oturamadı daha. Yani birgün yazsam, ay Poyraz'ın ince motor becerileri biraz zayıf, çocuklarımızda bunu nasıl geliştirebiliriz konulu (ne önereceksem artık) yazacakken, ertesi gün çocuğumuz gülümsüyor mu mühim olan o bee, konulu yazabilirim. Hayata dair var tabi aklımda dönen şeyler, ömrümü ev arayan bir Poyraz'ın annesi olarak geçirmedim, biz de sorguladık, biz de okuduk ettik de vallaha billaha aklıma gelemiyor hiçbirşey bugünlerde artık. Ya da ne bileyim bakıcılardan dolayı kapitalizmi, korsanlardan dolayı sömürüyü falan sorguluyorum, oralarda takılıyorum hep.
Ha bir de diğer blogları takip edememe mevzusu var, içim gidiyor içim, sanki herkes muhabbette ama ben kaçırıyorum gibi. Ama kaçırıyorum! Oğlumu zor yakalıyorum.
Bir dee ben sosyal bir kişi değilim ki, hani bu yazıyı diyelim ki 10 kişi okuyor, çık o 10 kişiye anlat bunu deseniz elim ayağım karışır heyecandan. Mesela burdaki kadınların bir yahoogroupu var, üye olunca kendini tanıtman bekleniyor. Ben öyle 2 cümle, yarışmacılara başarılar tadında yazıvermiştim. Biri geliyormuş ülkeye, ne coşkulu ne renkli anlatıvermiş kendini. Niye o değil de ben blog yapıyorum ki!
Neyse hepsini düşünüp düşünüp sonra kendime blog yapmamın amacını hatırlatıyorum: gelişmeleri merak edenlere anlatmak. Vaktim oldukça, iş değil bu. Her aklıma geleni yazmasam da olur, aklımda bekleyen yazılar beklese de olur, olduğu kadarıyla. Bizden bu kadar!

Şimdi de istatistikler:

1. en çok okunan: Sıra Poyraz'da (he he asıl merak edilen o demek ki)
2. evler, içindekiler, dışındakiler (eh o da hızlı değişen bir gündem tabi)
3. dubai ilk izlenim (dubai de ilk izlenimde kaldı, oysa 1-2 avm daha gördüm, var yazacaklarım :) )
4. bir iki üç başlaaa
4. ta ta ta taammm ev bulduuuk (ühüüü, yalan aşkımız)

Aşkımız bir yalanmış ama...

Nazlı kızla aşkımız yalan çıktı. Onla evliliği daha geç bir tarihte yapmak isteyen bir aileye gönül verdi. Mevcut sevgilisiyle biraz daha takılmak istiyormuş. Biz de peşinden koşacak değiliz hemen arayışa geçtik. Bakalım yeni bir aşk bulacağız elbet.

Yine bahçeli bakıyoruz. Hülya, dediğin gibi sırf o his bile yeter bence de. Burda, Poyraz'ın çimlerde delirdiği günün ertesi sabahı, pencereden baktım uzun uzun, çimlik bir alan görür müyüm diye, hayır yok! Sadece binalar ve müstakbel binalar (inşaat). Bir de yine aceleyle yazarken atlamıştım, daha önceden aklımda olan , mutfak dolabıydı, tuvalet musluğuydu derken unuttuğum, çok önemli bir sebebi daha vardı bahçeli ev istememin. k.i.s.d.'nin şu yazısını görünce hatırlamıştım: bahçede domates, roka falan yetiştirmek istiyorum, hem tazecik yiyelim hem de poyraz toprağın nelere kadir olduğunu görsün, üretimi yaşasın (aslında sanırım sadece 'oğlummm koparma onları, aaa yeme toprağı' falan şeklinde gelişecek ilişki ama olsun ben derin anlamlar yükleyeyim)

Neyse erken sevindik, sonra evin olmadığını öğrenince ben depresyona bile girdim ama sonra günlerdir bir şey yemeyen Poyraz, Başak'ın tariflerinden yaptığım yemekleri mis gibi yedi (mutluluğu oğlunun yediği lokmaya endeksli kafayı yemiş türk annesi), yeni evler gördük falan, depresyondan çıktım.

Ha bir de Poyraz artık İkea arabasıyla kendi gezinmeye başladı. Kapıp sokağa bile çıkardım onu arabayla öyle olunca. Ben çok eğlendim seyrederken, peşinde koşmaktan tam çekemedim ama işte bu da olayın kaydı...


arabayla gezinti from banu ozcelik on Vimeo.

17 Ekim 2010 Pazar

Ta ta ta tammmm ev bulduuuk

Ev bulduk. Aslında bu ev ilk bulduğumuz evlerdendi. Pek beğenmiştik de, ev için şirketin verdiği bütçemizin tamamını kullanmamız gerekiyordu. (eşyalara para kalmıyor) Bir yandan başka evlere bakıp hiçbirini sevemezken bir yandan da bununla pazarlık etmeye çalışıyor ve reddediliyorduk. Ara ara da önünden geçip geçip bakıyorduk, iyi mi keyfi yerinde mi diye. Seni uzaktan sevmek aşkların en ekonomiği!!


Bir de hala aklımızı kurcalayan Marina bölgesinde kalma alternatifi vardı. Şu anki otelimizin olduğu bölge. Yürüyerek, restaurantlar, alışveriş merkezleri, marketler falan filan. Baya şenlikli bir bölge. Burada bahçeli ev yok ve biz özellikle Poyraz'ı düşünerek bahçeli ev olsun istiyorduk fakat buraya geldiğimde konuştuklarım burda hava bahçeyi kullanmaya çok izin vermiyor, pek anlamı yok falan deyince, offf aklımız karıştı. İnatla burada ev bakmadık ama aklımızın bir kenarında acaba duruyordu.

Bu acabaya en güzel cevap dün Poyraz'dan geldi. Yine ev bakarken... Baktığımız evlerden birinin karşı tarafında park gibi bir yer vardı. Emlakçıyı beklerken oraya gittik. Biz parka yoldan yürümeye çalışarak girdik fakat girer girmez Poyraz çimlere basmak istedi. Yoldan bizi hiç yürütmedi. Hem çimlerde koştu (koştu derken, ele koştuk tabi ki. kuşlaar,çiçekleeer, laay laay lommm) ve mutluluktan kahkahalar attı. (annem kesin her zaman dediği gibi 'bu çocuk doğayı çok seviyor' demiştir şimdi)

Dün herşeyden mutsuzluk çıkarma günümdeydim. Çocuk günlerdir 4 duvar arasında, otel-alışveriş merkezi dışında birşey görmüyor, bir çime hasret kalmış diye karalar bağladım. Erol da, yürüyen merdiven görünce de koşuyor, değişik geldi mutlu oldu, trajedi yaratma dedi bana. Ama olsun ben negatif günümdeydim, trajedimi içimde büyüttüm. İşin duygusal boyutu bir yana evet, adam gibi bahçesi olan bir ev tutacaktık. (hayatımızda bahçeli bir evde bir daha zor otururuz üstelik) Aslında bunu da artık biran önce yapsak iyi olurdu.


Erol bu sabah aradı, ev sahibi indirim yapmıyor ama (o fiyatı veren başkaları da var, biliyorduk) bizi kabul ediyor dedi. Başka hiçbir evi o kadar sevememiştik. Gönül bu, ucuza da konar pahalıya da, bu sefer bunu seçti. Yere 2 minder atar, yaşar gideriz artık. Bir terslik çıkmazsa evimiz olacak nazlı kızın bahçesinden bir foto aşağıda!

Bekleriz efendimmmm



14 Ekim 2010 Perşembe

Özlediklerimiz

Annelerin Dünyası'nın anneleri bu hafta özlediklerini anlatıyor. Bütün anneler eskiden yaptıkları ne kadar çok ve ne kadar güzel şeyi artık yapamıyor ama hiçbiri de şikayetçi değil. Poyraz'dan önce okusam bu kadınlar ya deli ya yalancı derdim ama şimdi anladım sadece anneler. Bilmiyorum, belki annelik de biraz da delilik halidir. E ben de pek farklı değilim tabi. Benim özlediklerim de burda

13 Ekim 2010 Çarşamba

Sıra Poyraz'da

Blogun adı 'Poyraz ve başka şeyler' ama Poyraz'a sıra gelemedi. Aslında onu yazacağım ne zamandır ama yine onun yüzünden yazamıyorum. Çok meşgul ediyor beni, olacak şey değil!!! Ama teyzemler dönecekmiş Çandarlı'dan, annem blogu onlardan izliyor, onlar ordayken yetiştirmeliyim. 1 haftada çok malzeme çıkaramadık tabi, ama olduğu kadarıyla anlatıyorum.

Poyraz artık 15 aylık. 1 ay önce tek başına adım atmaya başladı ama hala yürümekten korkuyor. İlla elimizden tutup yürümek istiyor. İkea'dan itilen bir yürüme arabası aldık, daha paketliyken ınnn ınnnn diye yapıştı ona hemen kurduk, çok da seviyor ama elele kullanmamız gerekiyor. Bıraktım ilk gün elini, hadi gelebilirsin dedim, gelebiliyor ama nasıl kızgın nasıl mutsuz, kıyamadım artık elele geziyoruz; araba, Poyraz, ben. Bom bom diye çarpa çarpa.

Yürüme yok ama bu aralar çenesi pek düşük. Tam bir papağan. (bunu birine telefonda söylediğimde arkadamdan papa diyor mesela) Konuşuyor değil hala tabi ki ama sesleri taklit etmeyi seviyor. Mesela, balıklı havuza ekmek atmaya gidiyoruz, o taş atmaya çalışıyor. 'hayır, hayır' diyorum. O da 'hayır, hayır' diye diye atıyor taşları. Pek çok yeni kelimesi de var. Anne, baba, meme, kitap en sevdiği kelimeler. Hızlı hızlı bir yere giderken (elele tabi ki) tavşan görürse mutlaka ta diyor, at görürse at, bez görürse be. Meme emerken memeye nağmeler şeklinde emiyor. Memeee, mEme, mememe, meeeeme... yazarak anlatmak zor tabi ama hepsi farklı ezgilerde memeler. İlk 'anne'yi de emerken söyledi. Emmeyi bıraktı bir an, baktı gözümün için 'anne' dedi. 'oğlum' dedim. 'anne' diye cevap verdi. O günden beri böyle, anneler memeler eşliğinde uykuya geçiyoruz. Dün akşam Erol gelmemişti onu uyutmaya çalışırken. Bu sefer baba da eklendi. Durup durup 'baba?' diyor.
-Baba yok oğlum işe gitti
- baba. işe
- evet baba işte
- anne
- anne burda tatlım, baba da gelecek
- baba işe..... meme
- evet meme emip uyuyacağız
- eee ee
Muhabbetten uyuyamadık. O arada, Erol beklenenden erken çıktı geldi. Ah, onun sesini duyunca yüzündeki ifadeyi görmelisiniz. Dünyada böyle bir sevinç hali yok herhalde. Kahkahalar atıyor mutluluktan. Babası aldı kucağına onu. Hemen 'Kitap, ınnn ınnn' dedi Poyraz. Arabalı kitabı okuyacakmış babası. Erol ellerini falan yıkarken biz meme muhabbetine devam ettik. Bir süre sonra babası geldi ve Poyraz hemen 'kitap' dedi. Unutmamış, beklemiş, babası gelip kitap okuyacak.

2 tane konuşan Poyraz videosu yüklemeye çalışacağım. Biri anne-baba. Tam uyumak üzereyken, arabada.
Diğeri de bugün. Uykudan uyandığı sırada su bırakmaya gelen abiyle beraber abi emeye başladı ve hiç durmadı. Ben de o şiş gözlü, 3 tel saçı dağılmış haliyle videosunu çektim ama asıl komik olan sonrasında ben bu videoyu izlerkenki tepkileriydi. Videodaki ben konuşurken eğilip ağzıma bakmaya başladı, bu ağız kığırdamıyor bu ses nerden çıkıyor diye! Sonra ordaki bütün söyle denen şeyleri söyledi, videodaki Poyraz'dan önce. Kuzu, emirlere pek itaat ediyor

uykudan uyanmış poyraz konuşturulurken from banu ozcelik on Vimeo.




Taleplerini sözle dile getirince çok ilginç oluyor. Mutlaka yapmamız gerekir gibi bir hisse kapılıyoruz. Medeni bir şekilde anlattı ya. Mesela geçen gece tam yatmak üzereyiz, Erol 'ben bi Poyraz'ı aşağı indirip getireyim' dedi. Kapıya gidip atta demiş, kırmak olmazmış. Bu ara böyle canı gezmek isteyince kapıya ya da bebek arabasına gidip atta diyor. Bunu o yaşta pek çok çocuk yapıyordur herhalde ama dediği an evden çıkması gerektiğini düşünen başka anne baba var mı bilmem!!! Ya da mesela ayakkabsını bulmuş 'giyiyoo, giyiyoo' diyerek giymeye çalışan oğlunu güneşin batışını izler gibi izleyen....
Bu ara bebeklikten çıkıp çocuk oluyor sanki. Bir bakıyorum masanın altında geziyor, bir bakıyorum gitmiş televizyonu açıp kapatıyor. 'Gapat' falan diyerek kendi kendine. Bebeğim değil de çocuğum var gibi. Bir de anne demeye başlayınca, yemek yaparken biri arkamdan bana anne diye sesleniveriyor. 'Aman bana mı dediniz?' demek istiyorum. Ben bir oğlan çocuğu tarafından anne diye çağırılan bir kadın mıyım artık. Ne güzel.


Köpek dişlerinin hepsinin ucu çıktı, uzamaya çalışıyorlar. Azılarda da beyaz beyaz tehlike sinyalleri görünüyor. (biri zaten çıkmıştı) 2 gecedir daha iyiyiz ama gecelerimiz bir felaketti. İştah da. Bu ara hikayeyle yiyor yemeğini. Mesela at dıgıdık dıgıdık koşuyor, 'iiihiiiiiihiii nerde benim yemeğim' diyor. 'al at kardeş, çorban' diyorlar, at (poyraz) hammm diye yiyor. Bütün hayvanlar yerine yiyor yavrum. Geçen gün Erolla muhabbete dalmış, hikayeyi kesmişim. At, at diye talep etti benden. 'Devam et anne' diyor. Emrin olur dedim başladım hemen ihiiihiiiii.... Karnı doyunca ya da yemeği sevmezse tavrı çok net artık. Eskiden ağız kapanırdı, şimdi tüm tükkanı kapatıyor. Zinhar bir lokma yemiyor fotoğraftaki pozisyona geçtiyse ve ne yaparsam yap yüzünü bize dönmüyor, eğlence için bile.

Biraz fazlaca hassas bir çocuk oldu sanki. Mesela geçen sabah, hayal kırıklığı içinde 'aaa bulaşık makinesini çalıştırmayı unutmuşum' dedim, baktım dudaklarını bükmüş. Benim de ağlayasım vardı aslında ama onu teselliye giriştim. Çok hasta olduğum sabah 'Erol n'olur gitme, ben bugünü tek başıma nasıl çıkarırım' dediğimde de büküldü o dudaklar, gözler doldu. İnsanın üzülmeye de hakkı yok yani onun yanında. Gariptir mutluluğu da öğrenmiş. Erolla yüzüyorlardı havuzda. Erol'a sordum, 'nasıl Poyraz mutlu mu?' diye, cevap Poyraz'dan geldi 'ha ha ha ha'. Mutlu olmanın ne demek olduğunu ve bunun kahkahayla ifade edileceğini nerden öğrendi gerçekten bilmiyorum. Sanırım bu yaş tamamen gözlem ve kayıt yaşları.

Türkiye'de etrafta sevdiği çok insan olduğundan herhalde yabancılara ilgisini kaybetmişti. Burda yine sıkıcı annesiyle başbaşa kalınca, başka insanlarla iletişim kurma merakı başladı. Asansörde bir başkası varsa Poyraz kesin başını eğe eğe onla göz teması kurmaya çalışıyor. Gizemli yabancı -kaçışı yok- ona bakınca da gülüp başını omzumuza gömüyor. Taktik süper, ilişki için bir adım at sonra kaç. İleride kız tavlarken işe yarayacak mı bilmem asansördeki yabancıları güldürüyor. Ah ama bir kişide çalışmadı bu taktik. Bir alışveriş merkezinde, çarşaflı bir kadınla yanyana bir krokiye bakıyorduk. Poyraz kucağımda başını eğdi eğdi olmadı, göz teması zor, çarşaf yanları da kapatmış. Sonunda belinden tamamen büküldü. Neredeyse düşecek. Kabullenemedi kadının onu görmemesi bakmamasını, ne hallere girdi. Bel sağlığı için orayı terketmek zorunda kaldık sonunda.
Yabancılarla ilişkisi ona ingilizce de öğretecek sanırım. Yes, no, thanks tekrar etmeye çalıştığı kelimeler. (geçen gün uykudan 'no no no' diye uyandı) Ama 'hallo' dediklerinde, alo dediklerini sanıyor, elini kulağına götürüyor hemen.

İlk günler hastalık, diş, yeni yer falan pek iyi değildi keyfi. Dün ne yapsam kahkaha atıyordu. Ütü için yardımcı bir kız gelmişti, Filipinli. Arada ben yemek yaparken falan da Poyraz'la ilgilendi. Kızcağız, çok çekingen, elini kolunu nereye koyacağını bilemeyen bir kızdı. Poyraz nedense bayıldı ona, ne yapsa (pek birşey de yapmıyordu) kahkahalarla güldü. Pembe çoraplarından gözünü alamadı 'ayaa ayaa' (ayak), gözleri de ilginç geldi herhalde, cüüzüü cüüüzüü (gözü), kızı analiz etti durdu. Kızcağız parmakla gösterilip durdukça iyice huzursuz oldu yazık. Türkiye'de özellikle Çandarlı'da tam ona göreydi ortam. Etraf sevdiği insanlarla dolu. İstanbul da iyiydi, özellikle Şen ve Asya'ya (ikisinin de adını söylüyordu) bayılıyordu. Geçen gün burda 'Asya de bakalım' dedik, yine gözleri parladı. Hem kendi adıma hem onun adına özlüyorum herkesi.
Ama burda da bulacağız neşemizi, bulmaya başladık bile yavaş yavaş. Beraber büyüyeceğiz. Poyraz çoğunlukla bu blogda büyüyecek galiba...

10 Ekim 2010 Pazar

Evler, içindekiler, dışındakiler...

Günlerdir o ev senin bu ev benim geziyoruz. Poyraz uzun sabah uykusunu hep arabada uyudu, Erol'la ya sırayla baktık evlere ya emlakçıyı nöbetçi bıraktık yanına. 'Aaa, bir ev daha var', 'aman ev sahibi yarım saat gecikecek'lerle bir sürü öğünü atlandı çocuğun, zaten pek yemiyordu da, o memnun olmuştur herhalde.


Ev konusunda hala karar veremedik. Hepsi 3 aşağı 5 yukarı benziyor da, onun mutfağı, bunun bahçesi, onun bakkalı karıştı iyice aklımız. Daha var ama bakacaklarımız.


Evler genel olarak güzel. Bizim baktıklarımız, bahçeli evler. Kocaman siteler, içnde birsürü bahçeli ev olan. Sitenin havuzu falan. Genelde expatlar yaşıyor bu evlerde. Benim en önemli kriterlerimden biri etrafta insan olup olmaması. Birinin ev sahibine bile sordum, komşularla arkadaş mısınız diye. Arkadaş istiyorum kardeşim. Ortalıkta insan yok genelde ama havuzdu, kulüptü bir yerlerde oluyor birileri. Çaktırmadan birilerine yanaşabilirim oralarda galiba :))


İlk baktığımız ev Filistinli bir ailenin eviydi. Gerçi ben Pakistanlı anlamış ve aa zaten eşyalarda da çok Pakistanlı havası var diye düşünmüştüm. Harikayım! İngilizce, işitme ve eşyalardan analiz hepsi birbirinden merdane (merdane mi denir gerçekten) Erol daha sonra söyledi Filistinli diye. 'İsrail'den geldiğimizi söylemedin degil mi?' dedim, söylememiş tabi ama Filistin'e gittiğini söylemiş. Adam hayatında hiç gitmemiş Filistin'e. Gidemiyormuş tabi. Bazı ülkelerden pasaportun yoksa izin vermiyormuş İsrail. Filistin'de yaşayan Filistinlilerin sıkıntılarını biliyoruz da ülkesine giremeyen Filistinliler olduğunu kaçırmışım. Ne zor. Ülkeni hiç görmemek, gidememek. Dünyada bu durumda olan yalnızca Filistinliler değil tabi. Bir yere ülkem demek ama aslında senin ülken olmaması. Zor hepsi zor.

Konu dağıldı, aslında yazacağım evlerle ilgili birşeydi. İlk bu Pakistanlı havası olan Filistinli evinde farkettim -ki bu ev bana sorarsanız dünyadaki en büyük evdi. :) (bizi aşıyor zaten) Bir sürü kocaman oda. Ferah, güzel döşenmiş, güzel yerlere bakan, içinde mutlulukla yaşanması planlanmış. Bir oda hariç. Maid's room (hizmetli odası) Oda 2-3 metrekare falandı galiba. Küçücük bir pencere. Tuvalet penceresi gibi. Çamaşır odası da odanın hemen yanında. Koca evde bir orası kalmış makineleri gürüldetecek. Kendi küçük bir banyosu tuvaleti de var ki ev halkı rahatsız edilmesin!! Alt kattaki her odadan sadece yarımşar metrekare alsalar Maid's room da insan odasına benzerdi. Hadi bunu yapmamışlar, pencere niye öyle. Dışarıyı görmesin mi, ya da dışarıdan görünmesin mi! Ne oluyor, nasıl bir ilişki hedefleniyor!

Bunu o evin bir garipliği sanmıştım, ama sonra gördüm ki durum bütün evlerde böyle. Yardımcı konusu zaten aklımı karıştıran bir konu (sonra yazacağım) evlerin bu durumunu görünce iyice şaştım kaldım. Aynı çatı altında nasıl bir adaletin bu mu dünya hali! Ne yapmalı bilemedim, onca ev, onca bahçe, onca oda baktık benim aklım, kalbim o en küçük odalarda kaldı hep.

Ev aramalarda ne halde olduğumuzu yazayım dedim konu nerelere gitti. Özet olarak bakmaya devam ediyoruz, eşyasız tutacağız galiba. Eşyalı pek yok. Burda İkea'nın ev planlama danışmanlığı diye bir hizmeti varmış. Gelip bakıyorlar, evi İkea'dan döşüyorsunuz, onlar kuruyor falan. Nispeten ekonomik ve pratik olabilir. Bu hafta sonuna kadar bizim ev işi çözülür, ay sonu gibi de taşınmış oluruz umarım.

Bizim ev işi haftasonuna kadar çözülür de ülkelerine gidemeyen ve o küçücük odalarda kalan insanların durumu bir gün çözülür mü onu bilemedim.

Somalili Korsanlar

Somalili korsanlar işinden herkese bahsetmemiştim. Başta gizli olarak öğrendim zaten. Gizli tutmam gerekti. Sonra açıklayabileceğimi öğrendim ama çok üzülüyordum, konuşasım yoktu konu hakkında, çok az kişiye söyledim. Ama blogu okuyunca öğrenenler detayları soruyor tabi. :) Konu da ilginç bir konu aslında, yazayım dedim.

Genel olarak Somalili Korsanlar: Özellikle bakmadım internette falan nedir bu iş diye. Bir kere bakayım dedim, kötü bir fotoğraf gördüm; korkunç ve eli kocaman silahlı adamlar vardı, yakalanmışlar. E Johnny Depp mi bekliyordun diyebilirsiniz ama ne bileyim biraz daha sevimli hayal etmiştim. Bir de kötü bir haber gördüm; Mayıs'tan beri tutsak olan bir Yunan gemisinin kaptanının karısı kocasının ve diğer çalışanların ne kadar zor durumda olduğunu anlatıyordu. Kocasının 15 günde bir aramasına izin veriyorlarmış. Neyse, bunları okuduktan sonraki günlerim çok kötüydü ben de kendim araştırma yapmamaya karar verdim. Ama pek bi kültürlü arkadaşlarımdan aldığım bilgiler var tabi.
Genel bilgim: Somalili korsanların ideolojisi: Siz bu pek çirkin kapitalist ticaret düzeninizin mallarının taşıyıcısı gemilerinizle bizim denizlerimizi kirletiyorsunuz, biz balıkçılıkla doyuyoruz, balıklarımızı öldürüyorsunuz, zaten yıllardır da Afrika'yı sömürüyorsunuz, biraz haraç isteriz.
Kendisi akademik kariyerinin yanında bana da uluslarası ilişkiler danışmanlığı yapan (kuzeninin cahil kalmasına seyirci kalamıyor) sevgili Birsen dedi ki: Evet başta fakir balıkçılar başlattı ama iş artık daha profesyonel bir hal aldı. (bu arada gerçekten öyle profesyonel bir hal almış ki mesela bu korsam amcaların .ingiltere.2de avukatları var, şirketlerle pazarlıklarını takip eden, yürüten) Şu anda bu korsanlar içerdeki savaşı finanse ediyor. (savaş??) Somali'de bir iç savaş var. Şu an Somali'de dünyanın tanıdığı devlet aslında hiçbir hükmü olmayan bir devlet, hatta Somali bir süredir 'yok devlet' olarak kabul ediliyor. Asıl hükmeden savaşçı örgüt (adı Şeriatlı birşeydi) silahlanmak için ihtiyacı olan parayı korsanlardan alıyor. Yani aç korsanlar aldıkları haracın bir kısmıyla kendini doyuruyor, bir kısmını da örgüte veriyor, böylece rahatça at koşturuyorlar.
Canım arkadaşım Sibel dedi ki (bir konferansta denmiş ki): Bu iş aslında doğuda yükselen ekonomiyi biraz baltalamak isteyen ABD ve İngiltere'nin işi. Doğuya geçiş yollarında bir sıkıntı yaratmak faydalı oluyor. (ne kadar doğru analiz edecek kapasitem yok ama bu ülkeler göz yummasa bu kadar elini kolunu sallayarak gezemez korsanlar gibi geliyor)
Kuzen Kazım (kendisi Fuat'ın gemicilik şirketinde bu operasyonları yürütüyor gibi birşey)dedi ki: Bu adamlar yakalansalar da tek yapılabilen Somali'ye teslim etmek, e orda da bir ceza almıyorlar.

Fuat'ın durumu: Sömürü, ekonomi, ideoloji falan büyük laflar ama bizim küçük dünyamızda benim küçük kardeşimin hayatını birebir etkileyiverdiler. Fuat kaçırılan gemide miço (galiba) olarak çalışıyordu. Şef mef birşeyler de olmuştu sanki ama gemicilik kariyer basamakları hakkında çok bilgim yok. Bukowski misali her türlü ilginç işi deneyen ama özünde sinemacı olmayı hedefleyen benim zıddım ama canım canım canım kardeşimin son dönem icra ettiği meslek buydu. Onların gemisi 8 Eylül'de kaçırıldı. Korsanlar X para istiyor, şirket Y para veririm diyor. İkisinin arasında dağlar var. Ortada buluşulana kadar olan bizim miçolara oluyor.
O günden sonra Fuat'la 2 kez telefonla konuştuk. Arayamaz diyorduk ama ben bir ümitle bekliyordum. Ararlarsa yanlarında korsanlar olacağını, ingilizce konuşacağını ve benim onu zor durumda bırakacak birşey söylememem gerektiğini bilerek bu stresle telefon her an yanımda bekliyordum. Sonra bir gün aradı
- Abla ben Fuat
- Fuat merhaba, iyi haberlerinizi alıyoruz çok seviniyoruz (çabucak, ezberlenmiş, TV kadın programlarını aramış gibi bri ses tonuyla)
- ........?????? tamam, iyi. (noluyo ya tonlamasıyla)
- İyisiniz değil mi?
neyse Fuat normaldi de benim normal konuşmam biraz vakit aldı. İyiyiz dedi ama genel olarak. 1 hafta sonra falan tekrar aradı. Korsanların onlara çok iyi davrandığını ama geminin genel haliyle ilgili sıkıntılar (yatak, yemek, su) tabi ki olduğunu söyledi. Kağıt falan oynuyorlarmış korsanlarla. Bizle bir dertleri yok, bizi tehdit falan da etmiyorlar, bu iş aylar da sürebilir, ben bunu kabullendim dedi.
2 hafta kadar önceydi. Sonra bir haber alamadım. Kazım kaptanla konuşmuş, iyilermiş.
Fuat'la konuşunca bir rahatlıyorum sonra araya zaman girince yine ruhum sıkılmaya başlıyor. En kötüsü çaresizlik. Çok nüfuzlu insanlar olmasak da ne olsa ille bir tanıdık birşey buluruz.
Hastalık olur, komşumun, eltisinin yengesi çok iyiymiş bu konuda ona bi git deriz. En iyi doktorları en iyi ilaçları bulmaya çalışırız.
İş arayan olur, eniştemin, kayınçosunun bakkalının kardeşi milletvekilinin şoförüymüş, onla konuşacak deriz. Hani bir işe yaramaz bunlar genelde de olsun birşey yaptık sanırız, elimiz kolumuz bağlı oturmayız.
E şimdi ne yapmalı? Somalili Korsanlar Birliği Başkanını tanıyan var mı aranızda? Ya da Somalili korsanları sevelim yaşatalım derneğinin özel kalem müdürü kimdir? Hadi hepsini geçtim 1 tane Somalili tanıyan var mı aranızda?
O kadar bize uzak, o kadar dışımızda bir dünyada oluyor ki bunlar. Binip Somali'ye gitsem bile diye düşündüm. Poyraz'ı bırakamam, onla gitsem, 'dayiiiii' dese geminin dibinde, insafa gelir mi adamlar. Sanmam!

Hiç karakterime uygun değil ama eğdim başımı oturdum bekliyorum. Bekliyoruz. 7-8 ay bile sürebiliyormuş pazarlıklar.

Aklına bir çare gelen var mı????